1 Eylül 2010 Çarşamba

Direniş Dediğin Kadının Hayatı- Kırkyama 29 Ağustos 2010

“Çalışırken de zordu hayat, direnirken de zor”
Direniş Dediğin Kadının Hayatı


“Doğru yoldayım, bu olanlar onu gösteriyor. Direnişim, hastane çalışanlarının çalışma koşullarında çok değişiklik yaratacak. Daha şimdiden işçi arkadaşlarım en alt sınıftan birinci sınıfa atladı. Kafeteryada çay içebilmelerinin, kandil simidi yiyebilmelerinin sebebi buradaki çadır. En önemlisi başka işçi atmamalarının sebebi de buradaki çadır. Bütün dünyanın çalışanları için buradayım, işime geri dönene kadar buradayım. Direniyorum, direneceğim”. Bu sözler atıldığı için Paşabahçe Devlet Hastanesi bahçesinde kurduğu çadırda 8 Temmuz’dan bu yana tek başına eylemini sürdüren Türkan Albayrak’ın her gün direniş notlarını tuttuğu defterinden. Hastane bahçesine kurduğu çadırı artık onun evi, 24 saat ayrılmıyor direniş alanından. Direnişinin 31. gününde tek kişilik direnişine ve evi saydığı çadırına baskın yapan 40 kişilik zabıta ve polis ordusu çadırını zorla yerinden söküp pankartlarını, yazılarını, özel eşyalarını ve hatta kitaplarını, defterini, okuma gözlüğünü bile götürürlerken o yere bir kilim serip direnişe devam etti. Şimdi çadırını yeniden kurdu, onun direnişten vazgeçmeyeceğini gördüler, el konulan bütün eşyaları tek tek iade edildi. Direnişe başlarken onu tehdit edenlere, “yapamazsın” diyenlere “ben günün 24 saati burada olacağım siz de göreceksiniz” demiş. Şimdi diyor ki “Sözümü tuttum. Demek ki olacak, demek ki başarıya ulaşacağız”.
Gülten Üzüm ve Erdem Geyik'in haberi...


Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde 5 yıldır çalışıyor Türkan. Çocukları Burak ve Umut büyümüş artık. Akşam hastane bahçesinde soğuk bir rüzgâr esince spor ayakkabılarını geçiriyor ayağına, oğlu büyüdüğü için ona kalan ayakkabıları. Önce çocuklar giyiyor büyüklerden kalan giysileri, sonra onlar büyüdükçe büyüklere kalıyor eskileri… Taşeron firmanın her yıl dolmadan önce işçilere imzalattığı ve bütün haklarından vazgeçmelerini söyleyen sözleşmeyi imzalamayı reddedip de işsiz kalana kadar ayda sadece 585 YTL alıyordu. “Taşeronda çalışmak çok zor, taşeron demek güvencesizlik demek çünkü, hukuksuzluk demek. Taşeronda çalışan herkes bilir, işe başlarken bir sözleşme imzalarsın, bütün haklarından feragat edersin, tazminatındır, izinindir, yani 5 yıllık emeğini çöpe atman istenir. Bu bize imzalatılmaya çalışılınca biz tabi karşı çıktık. Beni ve birçok arkadaşımı tehdit ettiler. Ben taşeronlaştırmayı teşhir etmek istiyorum, bu koşulların bizi nasıl köleleştirdiğini herkese göstermek istiyorum. Ve tabi işimi geri istiyorum. Ben sadece haklarımı arıyorum. Benim yaptığım tek şey yasadışı bir şekilde imzalatmaya çalıştıkları sözleşmeye karşı çıkmaktı. Anayasal hakkım olan sendikalaşma hakkımı kullanmaktı”.

ÇALIŞIRKEN DE KADIN OLMAK ZORDU
Çalışma koşullarının çok ağır olduğunu, çok uzun saatler neredeyse hiç dinlenmeden çalışıp eve gittikten sonra da işlerin bitmediğini anlatıyor. “Hem evde, hem işte çalışmak çok zor. İş hiç bitmiyor, yorgunluk da bitmiyor” diyen Albayrak’a direnişte kadın olmanın zorluklarını soruyoruz. “Direnişe çıkarken başlıyor zorluk. Aslında bir kadın olduğum için de beni bu kadar rahat işten çıkardılar. Zannettiler ki ben direnmeyeceğim. Beklediklerinin tersi oldu”. Ona göre direnişte olmak evle, çocuklarla, ailelerle ilgilenememek anlamına da geliyor ama bir işçi kadının hayatı için bu hiç de sıradışı bir şey değil. “Zaten bir işçi kadın olarak bu koşullar altında çalışırken de evimle hiç ilgilenemiyordum ki” diyor.
Hastane bahçesinde direnerek geçirdiği süre ona çok şey öğretmiş: “Direnmenin kazanımlarını gördüm ama işimizin çok zor olduğunu da gördüm ama. Kazanana kadar çok mücadele etmemiz gerekiyor. Taşeronlaşmadan kurtulmanın tek yolu direnmek, tek başına da olsa direnmek. Kimse ‘biz işçilere güvenceli, iyi iş sağlayalım’ demez. Biz kendimiz alacaksak alırız”.

Direnişe geçtiği günden beri pek çok ziyaretçisi olmuş Türkan Albayrak’ın, bu ziyaretler onu çok güçlendirmiş, umutlandırmış. Ancak onun için önemli olan işçilerin, birlikte çalıştığı, birlikte sendikalaşmaya karar verdikleri arkadaşlarının direnişin bir parçası olması. Taşeron firmanın ve hastane yöneticilerinin baskısının arkadaşları üzerinde çok etkili olduğunu ifade ediyor, “İşçi arkadaşlarım işsiz kalmaktan korkuyorlar, sadece onlar değil doktorlar, hemşireler, memurlar hepsini tehdit ediyorlar ancak buna rağmen ben biliyorum ki tek başına direnişim bile onlar tarafından takdir ediyorlar. Diğerleri için tek başına direnişim bile gece uykularını kaçırıyor”. Uzun zamandır işçilerin gerçek bir kazanımı olmadığı için herkeste bir umutsuzluk olduğunu düşünüyor, ona göre direnişinin devam etmesi ve başarıya ulaşması bu nedenle de önemli: “benim direnişimin kazanımla sonuçlanması bu umutsuzluğu da kıracak. Çünkü bu sadece benim mücadelem değil, işsizlik-yoksulluk-taşeronlaştırma hepimizin sorunu. O yüzden de herkesin bu mücadelenin bir parçası olması gerekir”.


“Bu anayasa taşeronlaşmayı güvence altına alıyor”
Sendikalaşmanın anayasal bir hak olduğunu söyleyen Albayrak’a referandumu soruyoruz.
“Bu anayasa taşeronlaşmanın güvence altına alınmasıdır” diyor. “Bence işçilerin tüm hakları hiçe sayılıyor, ‘demokrasi, demokrasi’ deyip duranlar, ‘insan hakları’ndan bahsedenler tamamen yalan söylüyorlar. Benim çadırımı yıktı 40 kişilik polis-zabıta ordusu, içme suyumu bile yere döktüler. Bunu yaptıranların anayasasından ne beklenir? Kadınlara dair, benim gibi kadınlara dair ne var anayasada? Hiçbir şey. Bugüne kadar nerede görülmüş ülkeyi yönetenlerin emekçilerin daha iyi yaşaması için yasa çıkardıklarını? Referandumda işçiler birleşirse, hükümete de onun yandaşlarına da iyi bir ders verebilir”.

KALEM, KAĞIT, DİRENİŞ…
Türkan direnmeyi Paşabahçe’den önce öğrenmiş. 1992’den beri çeşit çeşit işe girip çıkmış, konfeksiyonda çalışmış, sigorta istediği için kovulmuş. Çalıştığı diğer yerlerde de sendikalaşmak gerektiğini düşünüp elini taşın altına koymuş hep. Şimdi yaşadıkları başkalarına da güç versin, deneyimlerinden herkes bir şey öğrenebilsin diye her şeyi yazıyor Albayrak. Yazmak onu yarına da taşıyacak çünkü. Direnişin 43. günü şöyle yazmış defterine:
“Bulunduğum yerden ayrılmamanın bir sonucu olmalı yürümeyi unutacağım yakında, o kadar kısa mesafede hareket ediyorum ki... Eve kapatılmış bir kadın gibi. Kadınlar vardır sokağa hiç çıkmayan zorunlu ihtiyaçları dışında. Dünyada olup biteni kocalarının, babalarının gözüyle gören, perdeleri bile sımsıkı kapalıdır. Erkeklerle konuşması yasaktır, kızların olduğu okula gider, ıssız yerlerde pikniğe-denize giderler… Komşularına geliş-gidişini erkekler belirler. Görürsünüz onları sokakta ürkek ürkek bakarlar etrafa. Kadınların kendilerini koruyamayacağı düşünülüp erkekler tarafından korunular. Ne yiyecekleri, ne giyecekleri, kiminle konuşacakları, kime oy atacakları belirlenmiştir… Düzen ne güzel ayarlamış, erkekleri yönetmek yeterli onlar için nasılsa kadınları yönetme işi erkeklere verilmiş. Bir taşla iki kuş... Eğitimsiz kadınlar değildir, bunların hepsi çok iyi eğitim almış, çok iyi yerlerdeki kadınlar da olabilir bunlar. Kendilerine ait düşünceleri yoktur kadınların. Onlar da kapatılmıştır kocalarından, babalarından farklı düşünemez ve davranamazlar. Hepsi değilse de çoğu böyledir. Bakın psikologların kapısına kadınlardır çoğu... Savaşta bile biz ganimet sayılıyoruz, alıp satılan mal olduğumuz için araba reklâmında arabadan çok bizi gösterirler, adam arabayı değil kadını alacak sanki... Daha fazla yazmıyorum bu konu bitmez...
Kendi konuma döneyim ben, kendi konum bunlardan farksız değil tabi. İşten atınca beni kolay kurtulacağını sanan zihniyet kadın olmamdan dolayı eve gider direnmez sandı, kocası, babası, oğulları ona engel olabilir sandı. Sayıları azda olsa bu düzene karşı çıkan kadınların olduğunu gözardı ettiler”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder