5 Aralık 2010 Pazar

'HAYIR' DİYORUM ÇÜNKÜ...-Kırkyama 5 Eylül 2010



Anayasa referandumu ülkenin dört bir yanında evlerde, sokaklarda, mahalle aralarında, konu komşu-eş dost sohbetlerinde, televizyonların her saatinde, gazetelerin tüm sayfalarında tartışılıyor.
Daha önce 16 kez değişikliğe uğrayan ’82 Anayasa’nın 17. kez değiştirilmesi gündemde. Hükümet Anayasa’da köklü bir değişik yerine belli maddeler üzerinden kısmi bir değişiklik yapmayı tercih etti ve değişiklik paketi oluşturuldu. Bu paketin kamuoyuna “büyük bir devrim” yapılıyormuş gibi yansıtıldığını görüyoruz.
Anayasa, vatandaş-devlet ilişkisini ve devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirler. Vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alması gerekir. Bu nedenle anayasa değişikliği yapılırken toplumun her kesiminin bu sürece katılımının sağlanması gerekiyordu. Ancak AKP bunu tek başına yapmayı tercih etti. Hiç kimsenin görüşünü alma ihtiyacı duymadı. Ama sanki demokratik bir süreç yaşanıyormuş görüntüsü vermek için kitle örgütlerine “üç gün süre” verdi. Bugüne kadar yapılan çalışmalara, diğer partiler ya da kitle örgütleri tarafından hazırlanan taslaklara dönüp bakmadı bile. Özellikle kadınların talepleri hiçe sayıldı.
“Demokratik Anayasa” toplumun tüm sorunlarına çözüm bulmanın zeminini yaratmalıydı. Nedir bu sorunlarımız? Dokunulmazlıklar, cumhurbaşkanının yetkileri, Kürt sorunu, kadın hakları, partilerin iç işleyişlerinin demokratik olmaması, lider sultası, YÖK, yargının işlememesi ya da geç işlemesi, yolsuzluklar, Alevilerin hakları, etnik kökenli vatandaşların kültürel hakları, sendikal haklar, grev hakkı, yüzde 10’luk seçim barajı... Tüm bunlar, 1982’den bu yana tartışıldı ve talepler ortaya kondu.
Şimdi AKP’nin “12 Eylül’le hesaplaşıyoruz” söylemiyle ortaya attığı anayasa değişikliği, bu taleplerin ne kadarını karşılıyor? Toplumun çeşitli kesimlerinden kadınlara sorduk; anayasa değişikliğine neden hayır diyorsunuz?


KADINLARIN GÖZÜNDEN 12 EYLÜL- Kırkyama 12 Eylül 2010


“İşkenceye uğrayanlara yardım edecek sağlık kurullarının olmayışı her şeyi daha da zorlaştırdı. Kadınlar, ayıp, ne derler, namus, örgütüme zarar gelmesin, düşüncesiyle başlarını gelenlerin çok azını paylaştılar. İşkencede ırzına geçilen kadınların evlilikleri dağıldı. İşsizlik, yoksulluk, çoğunu ana baba ocağına yolladı.”


“Mamak’ta doğurmuştu yavrusunu… D Blok’ta… Tanımazdık o zamanlar… İlk bebeği idi bu… Sancıları başladığında hastaneye biran önce gönderilmesini sağlamak için hep birlikte zorlamıştık cezaevi idaresini… Havalandırmada birikip “Ya hemen doğurursa ne yaparız?” endişesini, bir yavrunun dünyaya gelmesinin sancısını ve heyecanını birlikte yaşamıştık…
A Blok’a taşındığımızda ise tek bir yatağı paylaşan iki dost olduk. Güveni, sevgiyi, neşeyi paylaşırcasına paylaştık, bu körpe annenin başka kimseyle paylaşamadığı, bambaşka sancılarını, acılarını…
İşkence seanslarında polislerin yaptığı cinsel saldırıları… Onu, kadınlığından ve cinselliğinden bile nefret ettirecek noktaya getiren iğrenç uygulamaları… Ruhunda açılan yaraları, kopan fırtınaları… Hiçbir şey saklamaya gerek duymadan her şeyini paylaştı geceler boyu benimle…” (Doğmadan Ağlayanlar İçin- Meral Bekar.)
Kadın Yazarlar Derneği’nin bir yıldan fazla süren tanıtım çalışmalarından sonra basılan “Tanıklıklarla 12 Eylül- Kadınlar Anılarını Paylaşıyor” kitabının içinde buna benzer 48 tanıklık var. Bir kısmı Mamak ve Metris cezaevinde yatan kadınların anıları. Bir kısmı yakınları içerde olan kadınların. Bazıları, Nilgün Erdem’in “Küçük bir yanlışlık” adlı anısında yazdığı gibi başkasıyla karıştırıldığı için alınıp götürülmüş. Bazısı Oya Uslu’nun “Karanlığın Ayak Sesleri” anısında anlattığı gibi sokak ortasında asker kurşunuyla öldürülen gence benzer birinin ölümüne tanık olmuş.
Ama tanıklıklar okundukça kadınların sımsıcak sevgisi, acıyı bala çeviren dilleri kucaklayıveriyor insanı. İnsanlık dışı işkenceleri anlatırken sadece devrimci oldukları için değil, kadın oldukları için de işkenceye uğradıklarına tanık oluyoruz. Kızbes Aydın’a günlerce sadece, “Vay oruspu, demek o güzel Kafkas Türk kanını götürdün, kızılbaş Kürt kanına bulaştırdın ha!” mantığını, “vatana millete düşman… devrim yapacaklardı” mantığıyla açıklayamayız. Buradaki eril düşünce; hangi kadın olursa olsun sadece onların malı, onların namusları olduğumuz. Onların gözünde kadın bir insan değil, sadece milletin devamını sağlayacak bir beden. Gene sık sık söylenen “oruspu” sözcüğü de kadını sadece bedene indirgeyen bir simge. Zaten sık sık 12 Eylül darbecilerinin verdikleri demeçlerde, “taş gibi erkeklerimiz var” söylemi eril sistemin kadını nasıl aşağıladığının bir ispatı. 
Sevim Korkmaz Dinç'in Yazısı...
Kadın Yazarlar Derneği Başkanı

BU PROGRAMLARIN TEK VİCDANI REYTİNG- Kırkyama 19 Eylül 2010

Kadın programları, stüdyoda silahlar patlayınca ya da erkekler o programa katılıp eşlerini/ kızlarını öldürdüklerinde haber olabiliyor. Oysa silahlar patlamasa da her gün onlarca kadın, bu programlarda lime lime ediliyor.



Müge Anlı’yla tanışmamızı önce Şenay Düdek ardından da Pakize Suda ile birlikte sundukları magazin programı “Dobra Dobra”ya borçluyuz. Bildiğimiz magazin programlarından farkı, saatler süren yayının bir sürü “ünlü” dedikosu yerine, tek bir “ünlü”nün dedikodusuna tahsis edilmiş olmasıydı. Dobra Dobra kendini tüketince ve genel olarak magazin programlarından eskisi kadar ekmek yenilemez olunca, o zamanlardan hırsıyla gözümüzü korkutmaya başlayan (boşandığı eşini dahi magazin malzemesi yapmaktan çekinmemişti) Müge Anlı, magazincilikten kadın programcılığına terfi etti. Ve böylece “Müge Anlı ile Tatlı Sert” programıyla televizyonların yeni Serap Ezgü’sü, Yasemin Bozkurt’u oluverdi. Anlı, atv’de üç sezondur, işleyeni belli olmayan kadın cinayetlerini çözüyor, kayıp ya da evden kaçmış kadınları, çocukları buluyor... En azından program tanıtımlarında böyle diyor.
Programla birlikte, yakınları öldürülmüş ya da kaçırılmış kadınlar, polisten, yargıdan umudunu kesmiş olarak ve elbette canları çok yanar bir halde, Müge Anlı’nın ağına düşmeye başladılar. Ezici çoğunluğu yoksul, eğitimsiz, feodalizmin, baskıcı geleneklerin altında ezilmiş kadınlar, bu en savunmasız, doğru düşünme yetilerini yitirmiş halleriyle; beyaz, eğitimli, zengin bir kadın olarak Anlı’nın sınır tanımayan öfkesinin, aşağılamalarının, üstten üsten konuşmalarının, polise, askere, savcıya, hakime söz söyletmeyen milliyetçi dilinin hedefi oldular.

Serpil İlgün'ün Yazısı...


DOĞUM BORÇLANMASI MESELESİ- Kırkyama 26 Eylül 2010

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile SSK’lı çalışan annelere iki doğum için verilen borçlanma hakkı kördüğüme dönüştü. Zaten belli şartlara bağlı olarak kullanılması yetmiyormuş gibi, bir de kanuna aykırı olarak çıkarılan tebliğ ve genelgelerle kapsamı daraltılmaya çalışıldı. Kanundaki şartları taşıyan ve bu haktan faydalanmayı düşünen kadınlara önerimiz şu: SGK müdürlüklerine doğum borçlanması başvurusu yapın, eğer reddedilirseniz dava açın.

 
Doğum borçlanması meselesi çalışan veya hayatının bir döneminde az da olsa çalışmış her kadının merak konusu. Tartışmalar devam ettikçe de “Acaba ben de bu haktan faydalanabilir miyim?” diye soran kadınların sayısı artıyor.
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun (SSGSS) yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2008 tarihinden bu yana, doğum borçlanması, yasanın en çok kafa karıştıran hükümlerinden oldu. Bunun sebebi bizzat Sosyal Güvenlik Kurumu’nun kendisi. Kurum, yasaya aykırı olarak yayınladığı tebliğler ve genelgeyle doğum borçlanması hakkının kapsamını daraltmaya çalışıyor.

YASANIN İLK HALİ
SSGSS Yasası’nın ilk halinin 41. maddesine göre SSK’lı (yeni yasaya göre 4/a kapsamında) çalışan tüm anneler iki doğuma kadar borçlanma hakkına sahipti.
Ancak, kadınlara fazla hak verildiği düşünülmüş olacak ki, 17 Nisan 2008 tarihinde (SSGSS yasası henüz yürürlüğe girmeden) yeni bir düzenleme yapıldı. Kanunda değişiklik yapan 5754 sayılı kanuna göre doğum borçlanması bazı şartlara bağlandı.
Buna göre;
- 4/a kapsamında işçi olarak tanımlanan kadınlar
- Her doğum için 2 yıl olmak üzere
- En fazla iki doğum için
- Doğumdan sonra sigortalı olarak çalışmamak kaydıyla
- Ve eğer doğan çocuk yaşıyorsa borçlanma hakkına sahip olabilecek.
Aynı maddeye göre “sigortalılığın başlangıç tarihinden önceki süreler için borçlandırılma halinde, sigortalılığın başlangıç tarihi, borçlandırılan gün sayısı kadar geriye götürülür.” 

Devrim Avcı'nın Yazısı

TMMOB SÖZÜNÜ SÖYLEDİ: ERKEK DERSEM ÇIK- KADIN DERSEM ÇIKMA!-Kırkyama 3 Ekim 2010

Türkiye Mimar Mühendisler Odaları Birliği (TMMOB) içinde mücadele veren, TMMOB’ye emek veren biz kadınlar; kapitalist sistem içinde, tek başına kadın mücadelesi vermenin ve çözümü sadece sistem içinde aramanın ne kadar anlamsız olduğunu biliyoruz. Bu nedenle bugün toplumsal muhalefetin önemli unsurlarından biri olan; mesleki, demokratik kitle örgütümüz TMMOB’de yer alıyor, güçlerimizi birleştirmeye çalışıyoruz. Fakat ne yazık ki, 2008 yılı sonu itibarı ile yapılan sayımlara göre TMMOB’deki kadın üye oranının yüzde 18.55 olması, bize kadınların örgüt içinde yer al(a)madığını gösteriyor. Bugün de bu oranın çok değişmediğini biliyoruz.


KADINLAR ÖRGÜTLÜ
TMMOB DAHA GÜÇLÜ

Tüm bunların ışığında, yaşadığımız sorunların tespitinde ve çözümünde bir örgütsel mekanizmaya ve birlikte mücadele etmeye duyduğumuz ihtiyaç üzerinden, TMMOB’de etkin olarak var olabilmenin önünü açacak politikalar ve örgütlenme modelleri geliştirmek için, 21-22 Kasım 2009’da İstanbul’da, 389 kadın katılımı ile 55 yıllık TMMOB tarihinde ilk kez gerçekleştirilen ve gelenekselleştirileceğine inandığımız Kadın Mühendis, Mimar, Şehir Plancıları Kurultayını yaptık. Kurultaya hazırlık aşamasını bir örgütlenme süreci olarak ele aldık. Bu amaçla çıktığımız yolda; temel hedeflerimizi yerine getirirken kadın üyelerle tanışmayı, dayanışmayı ve TMMOB organları içinde örgütlülüğümüzü güçlendirmeyi hedefledik. Onlarca kadın meslektaşımızın aktif katılımı ile çeşitli bölge toplantıları düzenledik, kurultaya kararlar taşıdık, birçok ilde, oda ve şubesinde kadın komisyonlarımızı kurduk.
Kurultay süreci biz kadınlara çok şey öğretti. Kurultaya hazırlanırken, dayanışmayla, özveriyle ve emekle yapılan çalışmalarla; birbirimizi tanıdık, sorunlarımızı paylaştık ve temel hedeflerimizi gerçekleştirmeye yönelik çözüm önerilerimizi ortaklaştırdık. TMMOB tarihinde belki de ilk olarak, siyasi farklılıkları gözetmeden ortak talepler etrafında birleşme becerisini, birlikte davranma iradesini gösterdik.
“Kadınlar örgütlü, TMMOB daha güçlü” şiarıyla çıktığımız bu yolda, o kadar da kolay yürüyemedik elbette. Sürekli engelle karşılaştık. Elbette biliyorduk ki TMMOB’deki eril ve hiyerarşik yapı ve bu yapının parçası olan hakim anlayış; kadın örgütlenmesine karşı direnç gösterecekti. Tüm engellemelere karşı; verdiğimiz mücadeleye olan inancımızla, güçlendik; direnç ve tecrübe kazandık. 

Boran Başak Koç' un Yazısı..
Elektrik Mühendisleri Odası Delegesi
1. Kadın Mühendis Mimar Şehir Plancıları Kurultayı Düzenleme Kurulu Başkanı  


SAHİ, EĞİTİM HAKTI, DEĞİL Mİ?-Kırkyama 10 Ekim 2010

Özellikle son iki yıldır daha çok varoşlarda bazı birinci sınıfı okutan öğretmenler sınıflarındaki kız öğrencilerin sayısının erkek öğrencilere kıyasla daha az olmasından şikâyet etmesi yeni bir tartışma konusunu gündeme getirmektedir. Yedi ve altıncı sınıfta yoğunlaşan, dört hatta üçüncü sınıfa kadar inen kız çocuklarında okulu terk etme olayı acaba birinci sınıflara kadar mı indi?
Eğitim evrensel olarak temel bir insan hakkıdır. Genel anlamda insan hakları-çocuk hakları önemli ve anlamlıdır. Fakat eğitim hakkının aynı zamanda farklı bir özelliği ve önemi vardır. Var olan diğer hakların kullanılıp kullanılmamasında eğitim hakkı belirleyen ve yönlendirendir. Yani eğitim, diğer hakların kullanılmasında, genişletilmesi veya sınırlandırılmasında önemli rol üslenir. Bu nedenle eğitim aynı zamanda özel bir haktır. Türkiye’de de eğitim hakkı  “İlköğretim kız ve erkek çocuklar için parasız ve zorunludur” şeklinde anayasal güvence altına alınmış olmasına rağmen en fazla gasp edilen hakların başında gelmektedir. Özellikle AKP hükümetleri döneminde on binlerle ifade edilebilecek kadar çok kız çocuğunun eğitim-öğretim hakkı çiğnenmiş, en çokta yoksul emekçi ailelerin kız çocukları eğitim-öğretimin dışına itilmiştir.
Genelde uluslararası anlaşmalarla özelde de anayasayla eğitim hakkının herkese eşit sunulacağı belirlenmesine rağmen ülkemizde sosyal sınıf, cinsiyet, etnik köken ve dil nedeniyle ayrımcılık yapılmaktadır. Temel insan hakkı olan eğitim hakkından bütün insanlar eşit düzeyde yararlanamamaktadır. Eğitim hakkının, parası olanın kullanabileceği bir ayrıcalığa dönüşmesi; özel okul, dershane, özel ders ve özel üniversiteler eğitimde fırsat eşitliğini tamamıyla ortadan kaldırmıştır. Yoksulluk oranı ile eğitimleşme arasında bağlantı bulunmaktadır. Eğitimin paralı hale gelmesi, okur-yazar olmadaki cinsler arasındaki eşitsizlik yoksullukla birlikte artmaktadır. Ekonomik yoksullaşma kız ve erkek çocukların okulu terk etmelerinde en büyük etkendir. Ev dışında, para getirecek bir işte çalışma daha çok erkek çocuklarını eğitim dışına iterken; kimi kız çocukları ise, yoksulluk nedeniyle okulu terk etmek zorunda bırakılmakta kırsal kesimde tarla-bağ-bahçe, dokumacılıkta çalıştırılmakta, kentlerde ise aile bireylerine yardımcı olma veya okul giderleri karşılanamadığı için okula devam edememektedirler. 
 Nebat Bukrek'in Yazısı...
Eğitim Sen İstanbul 3 No’lu Şube Başkanı

BİZ NERDEYİZ İCLAL, SEN NEREDE?-Kırkyama 17 Ekim 2010


Büyük kanalların kadın programlarına bu yıl bir yenisi eklendi. Adı Hayat Ağacı. İclal Aydın, “programımda  müzik, kapışma, yarışma olmayacak” iddiasını korumuş belki ama kadınların aklıyla ve duygusuyla içinde yarışma, kapışma müzik olmadan da oynanabileceğini çok iyi becermiş!



“Oprah Winfery” kim diye sorsak, çoğumuzun verecek bir yanıtı olmaz. Peki İclal Aydın’ı tanımayanımız var mı dersek…?
Küçük bir araştırma yapınca fark ettik ki, İclal Aydın hayatımıza gireli 12 yıl olmuş. Yani bu 12 yılda İclal Aydın’la ya dizilerden, ya sinema filmlerinden, ya şiir kliplerinden, olmadı köşe yazılarından, kitaplarından, sonra gamzelerinden, daha da olmadı Tuna Kiremitçi ile olaylı evliliğinden, sonra olaylı boşanmasından mutlaka bir tanışıklığımız olmuştur.
Oprah Winfery kim mi? Oprah hanım, Amerikalı televizyoncu bir ablamız. 25 yıldır günlük bir show programı yapıyor ve hala çok izleniyor.
Oprah’ın İclal Aydın’la ne ilgisi mi var? İlgisini biz de yeni öğrendik. Efendim İclal Aydın, büyük kanalların kadın kuşağı rekabetinde ben de varım demeye, hem de hepsini ezip geçmeye, kadın programı nasıl olurmuş göstermeye karar vermiş. Bunu da Oprah’ı örnek alarak yapacakmış. Kanal D’de hafta içi her gün 14.00-16.00 saatleri arasında yayınlanan program için kendisiyle yapılan röportajlardan birinde de bunu kendinden gayet emin söylemiş: “Yıllardır bizim gibilere o kuşakta yer kalmamıştı. Şimdi hem oyuculuğumu, hem yazarlığımı, hem gazeteciliğimi konuşturabileceğim bir program hazırlıyoruz. İçinde yemek yok, müzik yok, tarif yok, tamir yok. İnsan var, portre var, tartışma var, neşe var, gerçek var, açık sözlülük var.”

Serpil İlgün'ün Yazısı...

TÜRBAN ÖZGÜRLÜK SORUNU MUDUR? - Kırkyama 24 Ekim 2010


Kadınların binlerce yıllık köleliği/ eşitsizliği hakim din kuralları tarafından birçok kez sessizce ve bir çok kez de açık baskı yöntemleri ile kadınlara kabul ettirilmiştir. Bu kuralların kadınlar tarafından “özgürce” seçimi sadece bir yanılsamadan ibarettir. Dolayısıyla türbanın kadın özgürlüğünün bir çerçevesi olarak, bir hak olarak savunulması mümkün değildir.



Yanlış ve yanıltıcı olarak, başörtüsü/ türban/ örtünme sorununun bir kadın özgürlüğü sorunu olarak ele alınması ve bu konuda kadınlardan kolektif/ dayanışmacı bir tutum istendiği görülmektedir.
Başörtüsü/ türban/ örtünme sorunu, bir kadın özgürlüğü sorunu değilse de; bu sorunun konusu itibariyle bir kadın sorunu olarak da yaşanmaktadır. Pratik olarak başörtüsü yasağı, bunu tercih eden ya da buna zorlanan kadın açısından onun kamusal yaşama, siyasete, eğitime, kamuda çalışmasına ilişkin bir sınır olarak şekillendi.
Kadınların sosyal ve siyasal yaşama eşit katılımını savunan demokratik kadın hareketi bakımından, türban sorunu karşısında takınılacak tavrın çeşitli boyutları vardır.
Bir yanıyla, türban, tüm tek tanrılı dinler gibi, esasta erkek egemenliğinin ve kadının biat kültürünün politik/ ideolojik/ dinsel bir ifadesi, simgesidir. Kadınlar; kurulu toplum düzeninde, erkekler tarafından belirlenen toplum/din kuralları içinde, doğrudan ya da eğitim-ahlak-din-geleneklerle çerçeveli dolaylı zor yöntemleri ile bu inanç algısı içine dahil edilmekte ve onun kuralları ile şekillendirilmektedir. Dolayısıyla en özgür seçim gibi görünen türban seçiminin dahi, gerçekten bir özgürlüğe dahil olmadığı düşünülmelidir. Kadınların binlerce yıllık köleliği/ eşitsizliği hakim din kuralları tarafından birçok kez sessizce ve bir çok kez de açık baskı yöntemleri ile kadınlara kabul ettirilmiştir. Bu kuralların kadınlar tarafından “özgürce” seçimi sadece bir yanılsamadan ibarettir. Dolayısıyla türbanın kadın özgürlüğünün bir çerçevesi olarak, bir hak olarak savunulması mümkün değildir.
Yıldız İmrek Koluaçık'ın Yazısı...

BENİM DE BİR YERİM VARMIŞ- Kırkyama 31 Ekim 2010



Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) “Amasya’da Kadın İstihdamının Artırılmasına Destek Projesi”ne katılan kadınlar, öğrendiklerinin kendilerinde yarattığı değişiklikleri dile getirdi. Üç haftalık eğitimin ardından yapılan törende, belki ilk kez kürsüye çıkmanın heyecanını yaşayan kadınlar, kendi değerlerini öğrendiklerini ve öz güvenlerinin arttığını söylediler. Kadınlar, kendilerini dinleyen validen, belediye başkanından da çeşitli isteklerde bulundular.
Bu projede yer alarak insanlarla iletişim kurmayı, insan ve kadın haklarını, eşitlik kavramını, hakların bilinmesi ve korunması gerektiğini öğrendiğini anlatan Sebahat Balcıoğlu, “Çok şey öğrendim. Evde yaptığım işlerin önemsiz olduğunu sanıyordum. Bu kursla birlikte benim de evde çalışan biri olduğumu öğrendim. Bu dünyada benim de bir yerim olduğunu öğrendim, kendimi sevdim” dedi. Sorunlarını danışabilecekleri, gerektiğinde psikolojik destek alabilecekleri birimler, çalışmak isteyip çocuklu olan kadınlar için kreş, kadınların birlikte vakit geçirebilecekleri yerler açılmasını isteyen Balcıoğlu, ev eksenli çalışan kadınlara destek talep etti. “Sigortalı çalışan olabilmemiz ve kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmemiz için desteklenmemiz gerekiyor” diyen Balcıoğlu, şiddet gören kadınlar için de mutlaka sığınma evleri açılması gerektiğini belirtti.

Sultan Özer'in Yazısı...


KAYBETMEYİ EN İYİ CUMARTESİ ANNELERİ BİLİR- Kırkyama 7 Kasım 2010

Bir elimde oğlum Hüseyin’in resmi diğer elimde hoparlör. O anda içimde ne varsa hepsini haykırdım. Oğlumu işkence altında nasıl öldürdüler, bize neler yapıldı, yani içimde ne varsa... Baktım insanlar anlatılanları dinlemek için toplanıyor, kameralar bizi çekiyor. Oğluma yapılanları herkese öyle duyurdum ya; ben o gece ilk defa huzurlu uyudum...
Bu sözün sahibi, Cumartesi Annelerinden biri olan Fatma Morsümbül. Kendisi Sosin Ana adıyla da bilinir. Bu cesur anne yaşadıklarıyla 1980 darbesinin kanlı yüzünün birebir şahididir. Bu dönemde, 18 yaşındaki oğlu Hüseyin Morsümbül askerler tarafından işkenceyle katledildi; suçu örtbas etmek ve olayın peşine düşülmesini engellemek için Sosin Ana’ya ve ailesine de baskı uygulandı. Buna rağmen Sosin Ana yılmadı, oğlu için başlattığı mücadeleyi tehditlere rağmen sürdürdü, kendisiyle aynı acıyı yaşayan diğer analarla birlikte Cumartesi Anneleri’ni oluşturdu.
Sosin Ana, şimdi memleketi Bingöl’de yaşıyor. Ciddi sağlık sorunları bile ona engel olmuyor. Onun gibi davasında bu kadar kararlı bir kadının neler yaşadığını, tanık olduğu şeyleri onun ağzından sizlere aktarmak istedim. Şunu belirtmeliyim; aslında ona sormayı düşündüğüm bir sürü soru vardı ama ilk sorudan sonra Sosin Ana’nın anlattıklarını hiç bölmek istemedim.  Galiba biraz daha yüksek sesle bağırmak için Sosin Ana gibi cesur örnekleri daha çok tanımak lazım. O yüzden sözü, Sosin Ana’ya bırakıyoruz:

 Eda Yıldırım'ın Yazısı...

TOPRAĞA SARILAN KADINLAR- Kırkyama 14 Kasım 2010

Kandıralı kadınlar, yıllardır tarım yaptıkları hayvan baktıkları verimli topraklarının sanayi bölgesi yapılmasına karşı mücadele ediyor. Hayatlarında ilk kez eylem yapan kadınlar, “Biz öyle bir yere çıkmağa bile utanırız. Kendimizi gazetede görsek ne kadar ayıp deriz, ama yapacak bir şey yok” diyorlar.
 
Kocaeli bir süredir köylülerin eylemleriyle gündemde. Manzara tanıdık. Kandıra’nın Kocakaymaz, Topluca, Goncaaydın ve Üğümce köylülerinin kullandığı araziye bir organize sanayi bölgesi kurulması planlanıyor. Gıda üreten köylülerin tarlaları zorla alınacak ve üzerine gıda sanayi kurulacak. Projenin adı; Kandıra Gıda İhtisas Organize Sanayi Bölgesi.
Topraklarını vermek istemeyen köylüler ayakta. “Biz etliye sütlüye dokunmayız. Bir Kurtuluş Savaşı’nda ayaklanmıştık, bir de şimdi” diyerek anlatıyorlar köylüler, bu meseleyi ne kadar ciddiye aldıklarını. Bu ayaklanmada en büyük pay kadınların. Kandıralı köylü kadınlar, topaklarını vermemek için en önde. İlk defa eylem yapan kadınlar, biraz utangaç ama bağıra çağıra en önde…
Meltem Akyol'un yazısı.. 

Kadınlar köyde akla gelebilecek her şeyi yapıyor. Sabah beşte başlayan mesaileri akşam yediye kadar sürüyor. Ürettiklerini şehir merkezinde yaşayan çocuklarına da gönderiyorlar. Yani hem kendilerini, hem de düşük ücretle çalışan çocuklarını doyuruyorlar.

KANDIRA’NIN YOLLARINDA

Kandıra’ya doğru yola çıkarken kadınları bulabilmeyi temenni ediyoruz; çünkü hava sıcak, herkes ya tarlada ya hayvandadır. İlk rastlaştığımız Zümrüye Üretin oluyor. Tarlada kısa bir tanışmanın ardından başlıyor anlatmaya Zümriye Teyze: “Biz topraklarımızı satmak istemiyoruz. Bu toprağı dedelerimizden bulduk biz, satarsak aç kalırız. Topraklarımızın verimsiz olduğunu söylüyorlar, ama biz her şeyi yetiştiriyoruz; mısır, buğday, yulaf, kavun… Doğdum doğalı tarımla uğraşıyorum. Bu topraklar olmazsa biz ne yaparız. Şehirdekilere kolay geliyor, gelsinler bakalım nasıl oluyor rençberlik. Ellerim hep yara oldu bantladım. Geceyarısı yatıyorum sabah ezanında kalkıyorum. Öyle karnımızı doyuruyoruz, çalışmazsak açız. İki çocuğuma üniversite okuttum, rençberlikle. Bunları hep çalışarak yaptım.”
Gözleri dolu dolu konuşuyor Zümrüye Teyze, “Bizi böyle ağlatanları Allah ağlatsın” derken, tüm öfkesini döküveriyor sözcüklere. Sözleri, ekmeğini topraktan kazananların dünyasını, umutlarını, hayallerini özetliyor.
Hemen yan tarlada yulaf eken Zehra Kuzu’nun yanına varıyoruz. Zehra 38 yaşında, 20 yıldır bu köyde yaşıyor. Karşı köyden gelin gelmiş. Üç çocuk annesi. Gece gündüz tarlada çalışarak çocuklarını okutmaya çalışıyor. “Biz anneyiz, ne yapmamızı bekliyorlar” diyor Zehra, “Annem babam bu mesele yüzünden neredeyse felç olacaklar, hiçbir şeyleri kalmıyor çünkü. Ne biçim bir zamandayız bilemiyorum.”

BU KADINLAR NE YAPACAK?

Zehra, 20 yıldır çalışıyor: “Sabah altıda kalkıyorum, hayvanımızı sifatlıyoruz, çocukları okula saldırıyoruz, sonra gidiyoruz tarlalara. Akşam karanlığa kadar tarlada, bağda bahçedeyiz... İşte böyle rençberlik yapıyoruz. Bunca yıldır çalışıyorum ama bir güvencem yok. Eşim bir kooperatifin inşaatına girdi. Üç çocuk okutuyorum. Devletten şimdiye kadar en ufak bir destek görmedim. Şimdi de topraklarımızı elimizden almaya çalışıyorlar.”
Eylemleri sorduğumuzda ise biraz utanarak yanıt veriyor: “Ben hayatımda hiç eyleme katılmadım. Biz öyle bir yere çıkmağa bile utanırız. Yani biz kendimizi gazetede görsek ne kadar ayıp deriz, ama yapacak bir şey yok. Topraklarımızı vermemek için eylem yapıyoruz. Bundan sonra da elimizden ne gelirse yapacağız. Biz köylüyüz her şeyi bilmeyiz ama şunu biliyoruz ki biz topraklarımızı satmayacağız. Babalarımız, dedelerimiz bu topraklarda yetişmiş. Biz de burada öleceğiz” dedi.
Ahırında inek sağan Emine Öztürk de hiçbir güvenceleri olmadığını belirterek, “Bizi sigortalı yapacak mı, bir güvence verecek mi? Biz kadınları? Bu kadınlar ne yapacak kızım? İş gösterecek mi, ekmek verecek mi? Ben geldim kaç yaşıma, bundan gayrı iş bilmem. Ne yaparım toprağım, hayvanım giderse. Bak bunca kadın var, bunlar hep sabahtan akşama toprakla hayvanlarla mücadele ediyor yavrum. Biz de yiyoruz, akrabamız, çocuğumuz da yiyor. Biz topraklarımız vermeyeceğiz. Seçim de oylarımızı almak için buralara araba salıyorlardı, şimdi toprağı almak için araba salıyorlar.”
Köyden işçi alacaklarını söyleyerek kendilerini kandırmaya çalıştıklarını söyleyen Kezban Arık da “Bize toprağımız yeter, verecek toprağımız yok” diyor.

YAZ KIZIM!

Oradan ayrılıp köyün içine doğru yola koyuluyoruz. Bugün kadınları evde bulmak zor biraz. Gazeteciler geldi, denilince kadınlar ellerindeki işi bırakarak anlatmaya geliyorlar dertlerini. “Yaz kızım” diyor Kandıralı kadınlar, “Bu devletin bize yaptığına bak, bunca yıllık toprağa verimsiz deyip, bizi topraksız komaya çalışıyor.”
Firzat Derin mücadelenin en önündeki kadınlardan. 40 yıldır tarımla uğraşıyor. Verimli topraklarının üzerine organize sanayi kurulmasına karşı. “Bizim fabrikamız topraklarımız. O yüzden fabrika istemiyoruz, biz karnımızı toprağımızla doyuruyoruz. Toprağımızı verince bizim çoluğumuz çomağımız ne olacak? Bu köylülerin hali nice olacak? Biz toprağı ekmezsek ne yer, ne içeriz? Havadan karadan ölçüp kendi kafalarından iş yapıyorlar. Biz üretmez bu toprağı ekmezsek yarın açız. Sadece biz değil akrabamız, çoluğumuz, çombalağımız da...”
Köydeki kimsenin bir güvencesi olmadığını ifade ediyor Firzat Abla. “Topraklarımızdan atıyor ama hiçbir güvence vermiyor. Bu gün bir doktora gidiyorum, bir tek iğnem 120 milyon tutuyor. On beş günden on beş güne ben o 120 milyonu verebilir miyim, veremem. Eee ne yapalım yani biz şimdi... Bize toprağımız yetiyor” diyor.
Dede yadigârı toprağını vermeye hiç niyeti yok. “Bunları biz seçtik başımıza getirdik onlar toprağımızı almaya çalışıyor” diyerek hükümete olan öfkesini dile getiriyor Firzat Abla, “Ama beklesinler bakalım. Çıkarmasını bildiğimiz gibi indirmesi de biliriz. O koltuğun arkasında durmasın hiç kimse. Gene seçim geliyor.”
Sohbetimizin ardından kucaklaşarak, bir daha görüşmek üzere ayrılıyoruz oradan. Ayrılırken aklımızda kalan bir kadınların güvencesizliği oluyor bir de mücadele azmi…

BU YAŞTAN SONRA BİZİ EYLEME ÇIKARDILAR

 

 

Kandıra içinde ilerlerken hayvanlara bakan kadınları görüyoruz. Sebahat Arık, 50 yıldır hayvancılıkla uğraştığını söylüyor. “Başka bir şey de bilmem. Hayvan bakıyoruz, tarla ekiyoruz... Bunlar da olmasa biz ölmüşüz. Hayvanımızla, sütümüzle, tavuğumuzun yumurtasıyla geçiniyoruz. Yaşımız olmuş 62. Bundan sonra biz ne yaparız, nereye gideriz! Hadi bize bir akıl ver, nerde duracaksınız teyzeler de.”
Hacer Omut da kızgın: “Bu yaşımıza kadar hiçbir şeye karışmadık, bu yaştan sonra bizi eyleme de çıkardılar” diyor. Bu topraklarını sadece kendilerini değil akrabalarını da beslediğini belirtiyor Hacer Teyze; “Benim iki evli kızım var, onların eksiklerini de tamamlıyorum. Ekmek, süt, yumurta... Her şeyi ben gönderiyorum. Şimdi benim toprağımı aldı mı onlar da aç kalacak demektir.”
“Yoksulluk çekmiş atalarımız satmamışlar bu toprakları da şimdi mi satacağız?” diye soruyor Nuran Derin. “Bizim toprağımız birinci sınıf. Kendileri gelip eksinler, görsünler. Dedelerimizden kalma bu toprağı vermeyeceğiz. Biz verelim onlara topraklarımıza biçtiği değeri, onlar bize toprak versin. Kolayından alacaklarını sanıyorlar ama, gelsinler alsınlar bakalım. Davet ediyoruz, kimse de gelmiyor. Korkuyorlar bizden galiba” diyerek, gözdağı veriyor topraklarını almaya çalışanlara.
 

4320’yi AKLINIZDA TUTUN, ÇÜNKÜ...- Kırkyama 21 Kasım 2010


14 Ocak 1998 tarihinde kabul edilen 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun, kadına yönelik şiddete karşı olumlu bir adım olarak görülüyor. Ancak gerek yasanın adı, gerekse içeriği ve uygulanmasına ilişkin birçok sorun tartışılmaya devam ediyor. Ankara Adliyesi 5. Aile Mahkemesi Hâkimi Şerafettin Şanver, bu kanunun uygulayıcısı olarak, kanundaki eksiklikleri ve yapılması gereken değişiklikleri gazetemize anlattı.

 

Kadına yönelik şiddet konusu 1980’li yıllarda gündemimize girdi. Bu soruna ilişkin toplumun duyarlılığını artırmak için yapılan çalışmalar sonucunda da görünür kılındı. Uluslararası hukuk alanında yaşanan gelişmeler ve ailenin korunmasını güvence altına alan Anayasa’nın 41. maddesi göz önünde tutularak, 14 Ocak 1998 tarihinde iç hukukumuz ve toplumsal açıdan çok önem taşıyan özel bir yasa çıkarıldı: 4320 Sayılı Ailenin Korumasına Dair Kanun.
Kadına yönelik şiddeti önlemede önemli bir adım olarak kabul edilen bu kanundan faydalanmak için her gün çok sayıda kadın başvuruyor. Kanundan faydalananlar olduğu gibi uygulamadaki eksiklerden dolayı gerektiği kadar yararlanamayanların sayısı da az değil.
Ankara Adliyesi 5. Aile Mahkemesi Hâkimi Şerafettin Şanver, bu kanunun uygulayıcısı olarak, kanundaki eksiklikleri ve yapılması gereken değişiklikleri gazetemize anlattı. Her şeyden önce kanunun adıyla işlevinin çeliştiğine dikkat çeken Şanver’in görüşleri özetle şöyle: 


Sevil Yılmaz' ın yazısı...