31 Aralık 2010 Cuma

Dolores İbárruri; Tutku Çiçeği - Ekmek Ve Gül Aralık 2010 Sayısı Yazıları

“Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğleriz”


Dolores İbárruri; Tutku Çiçeği

 

 



İspanya’nın en tanınmış komünist kişiliği kuşkusuz Dolores Ibárruri’dir. Yetenekli bir ajitatör olarak efsaneleşti ve coşkulu konuşmalarıyla yazıları onun “La Pasionaria” (Tutku Çiçeği) lakabıyla anılmasına neden oldu. İspanya İç Savaşı’nda büyük “siyahlı ana”nın yükselttiği mücadele ve direniş çağrısı “No Passaran!” (Geçit Yok!), dünyanın her yanında faşizme karşı direnişin sloganı haline geldi. “Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğleriz” sözü de ona aittir.
Asıl adı İsidora İbárruri Gómez olan Dolores İbárruri, Bask Bölgesi’nde Vizcaya kentine bağlı Gallarta’nın bir kasabasında yoksul bir madenci ailesinin 11 çocuğundan sekizincisi olarak dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarından itibaren konuşma yeteneğiyle dikkat çekti. Öğretmeni öğretmen okuluna gönderilmesini istediyse de ailesi ekonomik durumu nedeniyle kızlarını okutamadı. Dolores balık satarak, hizmetçilik ve terzilik yaparak yaşamını kazanmak durumundaydı.

Çocuğum altını ıslatıyor! - Ekmek Ve Gül Aralık 2010 Sayısı Yazıları

Çocuğum altını ıslatıyor!






Tıpta “enüresis nokturna” adı verilen gece yatak ıslatma sorunu çok sık görülen bir durumdur. Aileleri özellikle anneleri sıkıntıya sokan bu durum hem ailenin hem çocuğun sosyal yaşamını etkiler. Zamanında müdahale edilmezse çocuğun kendine güven duygusunu zedeleyerek ciddi psikolojik hastalıklara neden olabilir. Enürezis idrar kontrolünün beklendiği yaştan sonra (4-5 yaş), gece ya da gündüz, yatağına ya da giysilerine, istemli ya da istemsiz olarak, yenileyen (haftada en az 2 kez) idrar kaçırması olarak tanımlanır.Enürezis başlangıcı ve seyrine göre birincil veya ikincil olabilir. Uykuda işeme bazı çocuklarda doğuştan beri arada hiç kuru kalma dönemi olmadan sürer gider. Buna birincil tip (primer enürezis) denir; bazılarında ise bir süre (en az 6 ay) tuvalet eğitimi sağlanmış sonra herhangi bir yaşta birdenbire uykuda işeme başlamıştır. Buna da ikincil tip (sekonder enürezis) adı verilir. İkincil enürezis daha çok çocuğun yaşadığı stres, gerginlik ya da psikolojik travmalarla, okula başlama, kardeş doğumu gibi psikososyal kriz dönemlerine bağlanır. Vakaların yüzde 80’i birincil (primer) enürezisdir.


Dr. Selma Okkaoğlu'nun yazısı..


Gerçeğin Peşinde! - Ekmek Ve Gül Aralık 2010 Sayısı Yazıları



Televizyondaki “Rezil etme” üstüne kurulu programların açık ara birincisi:

Gerçeğin Peşinde!
                  
Gündüz kuşağında Flash TV’de Yalçın Çakır’ın kayıpları bulduğu bir program yayınlanıyor. Adı, Gerçeğin Peşinde. Kayıplar bulunuyor, diyorum ama hiç kaybolmamış gibiler. Nasıl mı? Anlatalım.
Öncelikle, programda (Bbenzerlerinde olduğu gibi) yine kadınların kullanılıp, aşağılandıklarını belirtelim. Programa başvuran (Ya da türlü yöntemler kullanılarak programa katılmaları için “İkna edilen”) kadınların (Annenin, kız kardeşin, halanın, teyzenin vs.) yaşadıkları acılar, düştükleri zor durumlar programın yapımcısı ve sunucusu Çakır tarafından istismar ediliyor. Küçük büyük herkesin “Yalçın Ağabey” diye seslendiği Yalçın Çakır, programa başvuran ailelere önce olayı en küçük detayına kadar anlattırıp, sonra da “Anlat bakalım çocuğun kaybolurken sen neredeydin? Kaçıranları tanıyor musun” sorularıyla kendini polis yerine koyuyor. Çakır, eski bir polis-adliye muhabiri olarak, polisle çalıştıklarını gizlemiyor zaten. Bu sorgulamalar sürerken, bir yandan da konuyla ilgili ilgisiz bir sürü telefon bağlantısı yapılıyor. 


Adile Doğan'ın yazısı...

30 Aralık 2010 Perşembe

Kalem hiç bu kadar ağır gelmemişti elime-İstanbul'dan Mektubumuz Var!

Kalem hiç bu kadar ağır gelmemişti elime...

Yazmak istiyorum zorluyorum, kalem kımıldamıyor. Yüreğim ve benliğim beni engelliyor.
“Kol kırılır yen içinde kalır” böyle öğretmişlerdi yıllarca. Oysa karar vermiştim. Dışarıdan biri olarak değil, yaşayan biri olarak anlatacaktım şiddeti. Yıllardır içimde tuttuklarımı, biriktirdiklerimi kalemimin ucuna akıtıp yazmalıyım.
Ben de tüm genç kadınlar gibi binbir umutla gencecik yaşta girdim dünyaevine. Sevdiğim, saygı duyduğum kişi ile yaşamımı birleştirdim. Çıktığım bu yolculukta, kendi ailemde gördüğüm huzuru, saygıyı ve sevgiyi öreceğimi düşünmüştüm.

İstanbul'dan Evrensel okuru bir kadın işçi anlatıyor..

Kadının dünyasından bir kesit - Bitlis'ten Mektubumuz Var!


Kadının dünyasından bir kesit


Minibüse bindik ve yolcuların tamamlanmasını bekliyorduk. Yaşlı bir teyze, elinde bastonu zar zor minibüse bindi. Pencereye doğru yanımıza oturdu. Çok sevimli görünüyordu. Eli yüzü temiz, giysileri yaşına uygun, esprili bu teyze biner binmez; “Kızıma gidiyorum, kendisi Tatvan’da oturur” diye söze başladı. “Ne yapayım kızım, onu bırakmıyorlar. Bari ben gidip göreyim dedim.”
Belli ki uzun zamandır arabayla yolculuk yapmamıştı. Ben, “Teyze nerelisin?” diye sordum, “Bitlisliyim” dedi. Dili de Bitlisli olduğunu kanıtlıyordu. Çok dert çekmiş bir kadına benziyordu, ama bir şekilde bunu kamufle etmeyi başarmıştı. Hemen söze hayatını anlatmakla başladı. “Ah kızım! Başımın saçları kadar dert çektim ben. Babam beni hiç tanımadığımız ücra bir köye gelin verdi. Ben şehirde büyümüş, bolluk içinde yaşamış biriyim. O zamanlar babamıza karşı gelemezdik. Bir mal gibi beni köye sattı. Dillerini bilmiyordum, inek sağmayı, ekmek yapmayı… Köye dair hiç bir şey bilmiyordum.”
Heyecanlanmıştım. Yaşlı kadın sanki benim bir şeyler yazdığımı biliyor da onun için anlatıyor diye geçirdim içimden. Bana yazacak bir şey daha çıkmıştı, heyecanım bir kat daha arttı. “Teyze sen ne yaptın bunca sene köyde, hala köyde misin?” diye sordum. “He oğul nereye gideyim, başka yerim yok ki.” diyerek anlatmaya başladı;

 Songül Ünsel Bitlis'ten anlatıyor..

Karataş Cezaevi’ne dayanışma mektupları-Adana'dan Mektubumuz Var ...

Karataş Cezaevi’ne dayanışma mektupları

“Kadın erkek eşit değildir, olamaz!” diyen Başbakanı olan bir ülkede kadın sorunlarına çözüm aramanın ne kadar zor olduğunu herhalde kabul edersiniz.
Erkeğin kaburgasından yaratılmışlığa inandırılmak istenen biz kadınlara hep edilgenlik öğretildi. Öğretiye göre her kötülüğe katlanan, itaatkâr kadın sonunda mutlaka ödüllendirilecekti ama yaşadıklarımız, görüp duyduklarımız ve inkâra meydan bırakmayan istatistiksel verilere göre her gün 3 kadın öldürülüyor, her gün yüzlerce kadın şiddete maruz kalıyor. Bugün artık erkeğin zulmü mubah ve müstahak, haklı ve yasal, töre ve adaletlere uygun görülüyor.


Adana'dan Fatma Koç Şahin anlatıyor..

ÇENGELLİ İĞNE-Ekmek ve Gül Aralık 2010 Sayısı Yazıları

Ayla Belek'ten ÇENGELLİ İĞNE  
 
İşçi dediğin üretmek, kadın dediğin üremek zorunda!  
 
Sabahtan beri bir şey yemediğimden kurduğum sofrayı biraz abartmışım. Saat de ne akşam ne ikindi... Tekrar yemek yemem diye düşünüp, sofradakileri sildim süpürdüm. Ardından bir de kahve; keyfime diyecek yok. Erkenden kendimi sokaklara attığımdan, gazetemi de okuyamamıştım. Ayaklarımı uzatıp, bir yandan kahvemi yudumlayıp, gazetemi okumanın zevkini süreyim derken, okuduğum haber dünyamı alt üst etti.
Bağcılar’da toplu nikah kıyılmış, evlenen çiftlere, en az 3 çocuk yetiştireceklerine dair yemin ettirilmiş. Yetmemiş, gelinlerden hesapsız alışveriş yapmayacakları sözü de alınmış.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Sarıyazmanın İsyanı- Kırkyama 19 Aralık 2010



Hava soğuk, kar yağdı yağacak, yağmur hiç dinmiyor. Havanın karanlığı kadınları durduramıyor, çünkü onlar geleceklerinin karartılmasına karşı mücadele ederken biliyorlar ki bu mücadele sadece kuru taş, toprak için değil, akıp giden dere için değil. Bu mücadele, insanlığın değerlerine ve mirasına göz diken şirketlerin geleceği ipotek altına almasına karşı. Türkiye’nin dört bir tarafında kurulmak istenen 2 bine yakın Hidroelektrik Santraliyle suyun ticarileştirilmesinin adımları atılırken ve yaşam kaynakları bir avuç sermayedarın hizmetine sunulurken, halkın ihtiyaçları göz ardı edilerek doğanın talan edilmesine karşı yediden yetmişe herkes “durun bakalım” diyor. En önce de kadınlar. Çünkü kadınlar, metaya döndürülen her şeyin öncelikle kendi yaşamlarından çalınmış değerler olduğunu bilir. İşte, sayısız bitki türünün bulunduğu doğa harikası Kastamonu’nun Loç Vadisi’nde Orya Elektrik şirketinin yapmak istediği HES’e karşı mücadele eden sarıyazmalı kadınlar da “bizi öldürmeden burayı talan edemeyeceksiniz” diyerek başladılar eylemlere. Çoğu hayatında ilk kez yüksek sesle konuştu, hayatında ilk kez polisle karşı karşıya geldi, ilk kez sokak ortasında dayak yedi adı güvenlik gücü olan adamlardan… İsyanları vadideki şirket makinelerini durdurmaya yetmeyince soluğu İstanbul’daki şirket merkezinde aldılar, sesleri daha çok duyulsun, görmeyen gözler onları görsün diye. Vadiye iş makinelerini sokmamak için kurdukları çadır söküldüğünde, şirket görevlileri jandarmanın gözü önünde kadınları darp ettiğinde, dozerin önüne yattıkları için gözaltına alındıklarında “kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yapan devlet”, şimdi şirketin önünde oturan kadınlara “kadınlıklarını” hatırlatıyor, “ne işiniz var burada, gidin evinize yemek yapın, bulaşık yıkayın” diyerek hem de. Sarıyazmalı kadınlar ise inatçı, “Orya Elektrik Loç’tan çıkacak” diyor.
Sevda Karaca'nın yazısı...

5 Aralık 2010 Pazar

'HAYIR' DİYORUM ÇÜNKÜ...-Kırkyama 5 Eylül 2010



Anayasa referandumu ülkenin dört bir yanında evlerde, sokaklarda, mahalle aralarında, konu komşu-eş dost sohbetlerinde, televizyonların her saatinde, gazetelerin tüm sayfalarında tartışılıyor.
Daha önce 16 kez değişikliğe uğrayan ’82 Anayasa’nın 17. kez değiştirilmesi gündemde. Hükümet Anayasa’da köklü bir değişik yerine belli maddeler üzerinden kısmi bir değişiklik yapmayı tercih etti ve değişiklik paketi oluşturuldu. Bu paketin kamuoyuna “büyük bir devrim” yapılıyormuş gibi yansıtıldığını görüyoruz.
Anayasa, vatandaş-devlet ilişkisini ve devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirler. Vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alması gerekir. Bu nedenle anayasa değişikliği yapılırken toplumun her kesiminin bu sürece katılımının sağlanması gerekiyordu. Ancak AKP bunu tek başına yapmayı tercih etti. Hiç kimsenin görüşünü alma ihtiyacı duymadı. Ama sanki demokratik bir süreç yaşanıyormuş görüntüsü vermek için kitle örgütlerine “üç gün süre” verdi. Bugüne kadar yapılan çalışmalara, diğer partiler ya da kitle örgütleri tarafından hazırlanan taslaklara dönüp bakmadı bile. Özellikle kadınların talepleri hiçe sayıldı.
“Demokratik Anayasa” toplumun tüm sorunlarına çözüm bulmanın zeminini yaratmalıydı. Nedir bu sorunlarımız? Dokunulmazlıklar, cumhurbaşkanının yetkileri, Kürt sorunu, kadın hakları, partilerin iç işleyişlerinin demokratik olmaması, lider sultası, YÖK, yargının işlememesi ya da geç işlemesi, yolsuzluklar, Alevilerin hakları, etnik kökenli vatandaşların kültürel hakları, sendikal haklar, grev hakkı, yüzde 10’luk seçim barajı... Tüm bunlar, 1982’den bu yana tartışıldı ve talepler ortaya kondu.
Şimdi AKP’nin “12 Eylül’le hesaplaşıyoruz” söylemiyle ortaya attığı anayasa değişikliği, bu taleplerin ne kadarını karşılıyor? Toplumun çeşitli kesimlerinden kadınlara sorduk; anayasa değişikliğine neden hayır diyorsunuz?


KADINLARIN GÖZÜNDEN 12 EYLÜL- Kırkyama 12 Eylül 2010


“İşkenceye uğrayanlara yardım edecek sağlık kurullarının olmayışı her şeyi daha da zorlaştırdı. Kadınlar, ayıp, ne derler, namus, örgütüme zarar gelmesin, düşüncesiyle başlarını gelenlerin çok azını paylaştılar. İşkencede ırzına geçilen kadınların evlilikleri dağıldı. İşsizlik, yoksulluk, çoğunu ana baba ocağına yolladı.”


“Mamak’ta doğurmuştu yavrusunu… D Blok’ta… Tanımazdık o zamanlar… İlk bebeği idi bu… Sancıları başladığında hastaneye biran önce gönderilmesini sağlamak için hep birlikte zorlamıştık cezaevi idaresini… Havalandırmada birikip “Ya hemen doğurursa ne yaparız?” endişesini, bir yavrunun dünyaya gelmesinin sancısını ve heyecanını birlikte yaşamıştık…
A Blok’a taşındığımızda ise tek bir yatağı paylaşan iki dost olduk. Güveni, sevgiyi, neşeyi paylaşırcasına paylaştık, bu körpe annenin başka kimseyle paylaşamadığı, bambaşka sancılarını, acılarını…
İşkence seanslarında polislerin yaptığı cinsel saldırıları… Onu, kadınlığından ve cinselliğinden bile nefret ettirecek noktaya getiren iğrenç uygulamaları… Ruhunda açılan yaraları, kopan fırtınaları… Hiçbir şey saklamaya gerek duymadan her şeyini paylaştı geceler boyu benimle…” (Doğmadan Ağlayanlar İçin- Meral Bekar.)
Kadın Yazarlar Derneği’nin bir yıldan fazla süren tanıtım çalışmalarından sonra basılan “Tanıklıklarla 12 Eylül- Kadınlar Anılarını Paylaşıyor” kitabının içinde buna benzer 48 tanıklık var. Bir kısmı Mamak ve Metris cezaevinde yatan kadınların anıları. Bir kısmı yakınları içerde olan kadınların. Bazıları, Nilgün Erdem’in “Küçük bir yanlışlık” adlı anısında yazdığı gibi başkasıyla karıştırıldığı için alınıp götürülmüş. Bazısı Oya Uslu’nun “Karanlığın Ayak Sesleri” anısında anlattığı gibi sokak ortasında asker kurşunuyla öldürülen gence benzer birinin ölümüne tanık olmuş.
Ama tanıklıklar okundukça kadınların sımsıcak sevgisi, acıyı bala çeviren dilleri kucaklayıveriyor insanı. İnsanlık dışı işkenceleri anlatırken sadece devrimci oldukları için değil, kadın oldukları için de işkenceye uğradıklarına tanık oluyoruz. Kızbes Aydın’a günlerce sadece, “Vay oruspu, demek o güzel Kafkas Türk kanını götürdün, kızılbaş Kürt kanına bulaştırdın ha!” mantığını, “vatana millete düşman… devrim yapacaklardı” mantığıyla açıklayamayız. Buradaki eril düşünce; hangi kadın olursa olsun sadece onların malı, onların namusları olduğumuz. Onların gözünde kadın bir insan değil, sadece milletin devamını sağlayacak bir beden. Gene sık sık söylenen “oruspu” sözcüğü de kadını sadece bedene indirgeyen bir simge. Zaten sık sık 12 Eylül darbecilerinin verdikleri demeçlerde, “taş gibi erkeklerimiz var” söylemi eril sistemin kadını nasıl aşağıladığının bir ispatı. 
Sevim Korkmaz Dinç'in Yazısı...
Kadın Yazarlar Derneği Başkanı

BU PROGRAMLARIN TEK VİCDANI REYTİNG- Kırkyama 19 Eylül 2010

Kadın programları, stüdyoda silahlar patlayınca ya da erkekler o programa katılıp eşlerini/ kızlarını öldürdüklerinde haber olabiliyor. Oysa silahlar patlamasa da her gün onlarca kadın, bu programlarda lime lime ediliyor.



Müge Anlı’yla tanışmamızı önce Şenay Düdek ardından da Pakize Suda ile birlikte sundukları magazin programı “Dobra Dobra”ya borçluyuz. Bildiğimiz magazin programlarından farkı, saatler süren yayının bir sürü “ünlü” dedikosu yerine, tek bir “ünlü”nün dedikodusuna tahsis edilmiş olmasıydı. Dobra Dobra kendini tüketince ve genel olarak magazin programlarından eskisi kadar ekmek yenilemez olunca, o zamanlardan hırsıyla gözümüzü korkutmaya başlayan (boşandığı eşini dahi magazin malzemesi yapmaktan çekinmemişti) Müge Anlı, magazincilikten kadın programcılığına terfi etti. Ve böylece “Müge Anlı ile Tatlı Sert” programıyla televizyonların yeni Serap Ezgü’sü, Yasemin Bozkurt’u oluverdi. Anlı, atv’de üç sezondur, işleyeni belli olmayan kadın cinayetlerini çözüyor, kayıp ya da evden kaçmış kadınları, çocukları buluyor... En azından program tanıtımlarında böyle diyor.
Programla birlikte, yakınları öldürülmüş ya da kaçırılmış kadınlar, polisten, yargıdan umudunu kesmiş olarak ve elbette canları çok yanar bir halde, Müge Anlı’nın ağına düşmeye başladılar. Ezici çoğunluğu yoksul, eğitimsiz, feodalizmin, baskıcı geleneklerin altında ezilmiş kadınlar, bu en savunmasız, doğru düşünme yetilerini yitirmiş halleriyle; beyaz, eğitimli, zengin bir kadın olarak Anlı’nın sınır tanımayan öfkesinin, aşağılamalarının, üstten üsten konuşmalarının, polise, askere, savcıya, hakime söz söyletmeyen milliyetçi dilinin hedefi oldular.

Serpil İlgün'ün Yazısı...


DOĞUM BORÇLANMASI MESELESİ- Kırkyama 26 Eylül 2010

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile SSK’lı çalışan annelere iki doğum için verilen borçlanma hakkı kördüğüme dönüştü. Zaten belli şartlara bağlı olarak kullanılması yetmiyormuş gibi, bir de kanuna aykırı olarak çıkarılan tebliğ ve genelgelerle kapsamı daraltılmaya çalışıldı. Kanundaki şartları taşıyan ve bu haktan faydalanmayı düşünen kadınlara önerimiz şu: SGK müdürlüklerine doğum borçlanması başvurusu yapın, eğer reddedilirseniz dava açın.

 
Doğum borçlanması meselesi çalışan veya hayatının bir döneminde az da olsa çalışmış her kadının merak konusu. Tartışmalar devam ettikçe de “Acaba ben de bu haktan faydalanabilir miyim?” diye soran kadınların sayısı artıyor.
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun (SSGSS) yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2008 tarihinden bu yana, doğum borçlanması, yasanın en çok kafa karıştıran hükümlerinden oldu. Bunun sebebi bizzat Sosyal Güvenlik Kurumu’nun kendisi. Kurum, yasaya aykırı olarak yayınladığı tebliğler ve genelgeyle doğum borçlanması hakkının kapsamını daraltmaya çalışıyor.

YASANIN İLK HALİ
SSGSS Yasası’nın ilk halinin 41. maddesine göre SSK’lı (yeni yasaya göre 4/a kapsamında) çalışan tüm anneler iki doğuma kadar borçlanma hakkına sahipti.
Ancak, kadınlara fazla hak verildiği düşünülmüş olacak ki, 17 Nisan 2008 tarihinde (SSGSS yasası henüz yürürlüğe girmeden) yeni bir düzenleme yapıldı. Kanunda değişiklik yapan 5754 sayılı kanuna göre doğum borçlanması bazı şartlara bağlandı.
Buna göre;
- 4/a kapsamında işçi olarak tanımlanan kadınlar
- Her doğum için 2 yıl olmak üzere
- En fazla iki doğum için
- Doğumdan sonra sigortalı olarak çalışmamak kaydıyla
- Ve eğer doğan çocuk yaşıyorsa borçlanma hakkına sahip olabilecek.
Aynı maddeye göre “sigortalılığın başlangıç tarihinden önceki süreler için borçlandırılma halinde, sigortalılığın başlangıç tarihi, borçlandırılan gün sayısı kadar geriye götürülür.” 

Devrim Avcı'nın Yazısı

TMMOB SÖZÜNÜ SÖYLEDİ: ERKEK DERSEM ÇIK- KADIN DERSEM ÇIKMA!-Kırkyama 3 Ekim 2010

Türkiye Mimar Mühendisler Odaları Birliği (TMMOB) içinde mücadele veren, TMMOB’ye emek veren biz kadınlar; kapitalist sistem içinde, tek başına kadın mücadelesi vermenin ve çözümü sadece sistem içinde aramanın ne kadar anlamsız olduğunu biliyoruz. Bu nedenle bugün toplumsal muhalefetin önemli unsurlarından biri olan; mesleki, demokratik kitle örgütümüz TMMOB’de yer alıyor, güçlerimizi birleştirmeye çalışıyoruz. Fakat ne yazık ki, 2008 yılı sonu itibarı ile yapılan sayımlara göre TMMOB’deki kadın üye oranının yüzde 18.55 olması, bize kadınların örgüt içinde yer al(a)madığını gösteriyor. Bugün de bu oranın çok değişmediğini biliyoruz.


KADINLAR ÖRGÜTLÜ
TMMOB DAHA GÜÇLÜ

Tüm bunların ışığında, yaşadığımız sorunların tespitinde ve çözümünde bir örgütsel mekanizmaya ve birlikte mücadele etmeye duyduğumuz ihtiyaç üzerinden, TMMOB’de etkin olarak var olabilmenin önünü açacak politikalar ve örgütlenme modelleri geliştirmek için, 21-22 Kasım 2009’da İstanbul’da, 389 kadın katılımı ile 55 yıllık TMMOB tarihinde ilk kez gerçekleştirilen ve gelenekselleştirileceğine inandığımız Kadın Mühendis, Mimar, Şehir Plancıları Kurultayını yaptık. Kurultaya hazırlık aşamasını bir örgütlenme süreci olarak ele aldık. Bu amaçla çıktığımız yolda; temel hedeflerimizi yerine getirirken kadın üyelerle tanışmayı, dayanışmayı ve TMMOB organları içinde örgütlülüğümüzü güçlendirmeyi hedefledik. Onlarca kadın meslektaşımızın aktif katılımı ile çeşitli bölge toplantıları düzenledik, kurultaya kararlar taşıdık, birçok ilde, oda ve şubesinde kadın komisyonlarımızı kurduk.
Kurultay süreci biz kadınlara çok şey öğretti. Kurultaya hazırlanırken, dayanışmayla, özveriyle ve emekle yapılan çalışmalarla; birbirimizi tanıdık, sorunlarımızı paylaştık ve temel hedeflerimizi gerçekleştirmeye yönelik çözüm önerilerimizi ortaklaştırdık. TMMOB tarihinde belki de ilk olarak, siyasi farklılıkları gözetmeden ortak talepler etrafında birleşme becerisini, birlikte davranma iradesini gösterdik.
“Kadınlar örgütlü, TMMOB daha güçlü” şiarıyla çıktığımız bu yolda, o kadar da kolay yürüyemedik elbette. Sürekli engelle karşılaştık. Elbette biliyorduk ki TMMOB’deki eril ve hiyerarşik yapı ve bu yapının parçası olan hakim anlayış; kadın örgütlenmesine karşı direnç gösterecekti. Tüm engellemelere karşı; verdiğimiz mücadeleye olan inancımızla, güçlendik; direnç ve tecrübe kazandık. 

Boran Başak Koç' un Yazısı..
Elektrik Mühendisleri Odası Delegesi
1. Kadın Mühendis Mimar Şehir Plancıları Kurultayı Düzenleme Kurulu Başkanı