Kırık biblolar evimizin başköşesini süslemesin artık!
Tuzla buz olan bir bibloyu ne yapıp etsek de eski haline getiremeyiz artık. Diyelim ki çok uğraştık, yerden topladık parça parça dökülmüş her bir uzvunu... Tutkalla yapıştırılmış iğreti hali sizin de içinize bir sıkıntı yaymaz mı? Eskisi gibi olmayacağını bile bile sehpanın üstüne ya da çeşit çeşit ıncığın boncuğun yanında camekanın içerisine koyduğumuz biblonun bize hatırlattığı bir şey var: Bu topraklarda binlerce kadın, bağırış çağırış ve can havliyle kaçışın içerisinde içindeki bir şey kırılır gibi parçalanan biblolarını onarıp onarıp koyuyor gözünün gördüğü bir yere. Kendi kırılmışlığımızı, incinmişliğimizi, tamir edilemezliğimizi koyuyoruz aslında.
Evet kadınlar her gün can derdiyle yaşıyor. Hem can verdiklerine insanca yaşanacak bir hayat sağlama derdiyle mutfağa odaya, işe güce, çarşıya pazara, ucuzu, en ucuzu, daha ucuzu aramaya koşuyorlar her gün yeniden... hem de canlarını korumak için dayaktan uzağa, küfürden uzağa, tacizden uzağa, töreden uzağa koşuyorlar. Şiddetle parçalanıyor bedenlerimiz. Sadece kolumuzu kırıp yen içinde bırakan kaba şiddetle değil üstelik. Bir hafta boyunca 10 lirayla geçinmeye çalışmanın şiddetiyle... patronun süzen bakışının şiddetiyle... “mahalleye geç geldin, ne haltlar çeviriyorsun”un şiddetiyle... 12 saat çalışıp da üç kuruş parayı alamamanın şiddetiyle... “senden ne köy olur ne kasaba”nın şiddetiyle... okula gidememenin, dört duvar arasında hiç durmadan aynı işi yapmanın, erkenden evlendirilmenin, derdini anlatacak kimseyi bulamamanın... şiddetiyle parçalanıyoruz her gün.