5 Aralık 2010 Pazar

KADINLARIN GÖZÜNDEN 12 EYLÜL- Kırkyama 12 Eylül 2010


“İşkenceye uğrayanlara yardım edecek sağlık kurullarının olmayışı her şeyi daha da zorlaştırdı. Kadınlar, ayıp, ne derler, namus, örgütüme zarar gelmesin, düşüncesiyle başlarını gelenlerin çok azını paylaştılar. İşkencede ırzına geçilen kadınların evlilikleri dağıldı. İşsizlik, yoksulluk, çoğunu ana baba ocağına yolladı.”


“Mamak’ta doğurmuştu yavrusunu… D Blok’ta… Tanımazdık o zamanlar… İlk bebeği idi bu… Sancıları başladığında hastaneye biran önce gönderilmesini sağlamak için hep birlikte zorlamıştık cezaevi idaresini… Havalandırmada birikip “Ya hemen doğurursa ne yaparız?” endişesini, bir yavrunun dünyaya gelmesinin sancısını ve heyecanını birlikte yaşamıştık…
A Blok’a taşındığımızda ise tek bir yatağı paylaşan iki dost olduk. Güveni, sevgiyi, neşeyi paylaşırcasına paylaştık, bu körpe annenin başka kimseyle paylaşamadığı, bambaşka sancılarını, acılarını…
İşkence seanslarında polislerin yaptığı cinsel saldırıları… Onu, kadınlığından ve cinselliğinden bile nefret ettirecek noktaya getiren iğrenç uygulamaları… Ruhunda açılan yaraları, kopan fırtınaları… Hiçbir şey saklamaya gerek duymadan her şeyini paylaştı geceler boyu benimle…” (Doğmadan Ağlayanlar İçin- Meral Bekar.)
Kadın Yazarlar Derneği’nin bir yıldan fazla süren tanıtım çalışmalarından sonra basılan “Tanıklıklarla 12 Eylül- Kadınlar Anılarını Paylaşıyor” kitabının içinde buna benzer 48 tanıklık var. Bir kısmı Mamak ve Metris cezaevinde yatan kadınların anıları. Bir kısmı yakınları içerde olan kadınların. Bazıları, Nilgün Erdem’in “Küçük bir yanlışlık” adlı anısında yazdığı gibi başkasıyla karıştırıldığı için alınıp götürülmüş. Bazısı Oya Uslu’nun “Karanlığın Ayak Sesleri” anısında anlattığı gibi sokak ortasında asker kurşunuyla öldürülen gence benzer birinin ölümüne tanık olmuş.
Ama tanıklıklar okundukça kadınların sımsıcak sevgisi, acıyı bala çeviren dilleri kucaklayıveriyor insanı. İnsanlık dışı işkenceleri anlatırken sadece devrimci oldukları için değil, kadın oldukları için de işkenceye uğradıklarına tanık oluyoruz. Kızbes Aydın’a günlerce sadece, “Vay oruspu, demek o güzel Kafkas Türk kanını götürdün, kızılbaş Kürt kanına bulaştırdın ha!” mantığını, “vatana millete düşman… devrim yapacaklardı” mantığıyla açıklayamayız. Buradaki eril düşünce; hangi kadın olursa olsun sadece onların malı, onların namusları olduğumuz. Onların gözünde kadın bir insan değil, sadece milletin devamını sağlayacak bir beden. Gene sık sık söylenen “oruspu” sözcüğü de kadını sadece bedene indirgeyen bir simge. Zaten sık sık 12 Eylül darbecilerinin verdikleri demeçlerde, “taş gibi erkeklerimiz var” söylemi eril sistemin kadını nasıl aşağıladığının bir ispatı. 
Sevim Korkmaz Dinç'in Yazısı...
Kadın Yazarlar Derneği Başkanı


12 Eylül doğru, güzel ne varsa hepsini kökünden kazıdı
Ama 12 Eylül’ün bir dönüm noktası olduğu kesin. 12 eylül’den önce erk-ek örgütlerde mücadele eden kadınlar, devrimci erkeklerin diğer erkeklerden farklı olduğuna o kadar inanıyordu ki… Örgütlenen evlerinde “daha güzel yapıyorsunuz” masalına inanarak 
mutfaktan çıkmıyor, toplantılarda kadınca işler çoğunlukla onlara kalıyordu. Bildiri dağıtmak, duvarları yazmak, propaganda çalışmalarında görev almak gibi işleri severek yapıyor, neden yönetimde olmadıklarını sorgulamıyorlardı bile.
Ama kadınların içinde bulunduğu devrimci hareket tüm eksikliklerine, içinde feodal alışkanlıklar barındırmasına rağmen, kadınlar geleneksel rollerinin dışına çıkıyor, daha özgür daha bilinçli olarak erkeklerle aynı dünyayı paylaşıyordu. Dünyayı değiştirme mücadelesinde görev alıyor, söz söylüyordu. Bu çalışmalar hem kadını hem  erkeği dönüştürürken, yeni güzel bir dünyanın tohumları atılıyordu. Her ne kadar kadın bedeni hala bir engelse de… Dokunulmayan, konuşulmayan tabular varsa da.
Oysa 12 Eylül faşist darbesi doğru, güzel ne varsa hepsini kökünden kazıdı. Kadınların erkeklerle paylaştığı dünya kağıttan evler gibi dağıldı. Dokunulmaz denilen değerlere dokunuldu. İçerde ve dışarda kadınlar kendi başlarına çareler aramaya başladı.
Kadınların 12 Eylül’ü
Artık devrimci, özgür kadınlar yeniden eş, anne rollerine dönmüştü. Cezaevleri kapısında bekleyenler kız kardeşler, analar olmuştu. Evlatlarının, nüfus cüzdanı bile olmayan küçücük çocuklarını bağırlarına basan, bir lokma ekmeğini onlarla paylaşan analardı.  Çocuklarına sahip çıkanlar, onlara işkence yapılırken günlerce karakol kapılarında bekleyen kadınlardı. Ayşen’in “Dilsiz” anısında anlattığı gibi Türkçe bilmedikleri halde cezaevlerinde oğlunu görmeye gelenler kadınlardı. Ama işkencelerle, tutukluluklarla uğraşırken, Kamile Yılmaz’ın anısında olduğu gibi terk edilen çoğunlukla gene de kadınlar oldu.
İşkenceye uğrayanlara yardım edecek sağlık kurullarının olmayışı her şeyi daha da zorlaştırdı. Kadınlar, ayıp, ne derler, namus, örgütüme zarar gelmesin, düşüncesiyle başlarını gelenlerin çok azını paylaştılar. İşkencede ırzına geçilen kadınların evlilikleri dağıldı. İşsizlik, yoksulluk, çoğunu ana baba ocağına yolladı.
Cezaevleri kapısında beklemek, dövülmek, hakarete uğramak ve daha da zoru para demekti. Kadınlar, avukatlar, askerler ve kanunlarla uğraşırken bir şeyi daha kavradılar, olaylara erkeklerle aynı pencereden bakamıyorlardı. Kadınların önemsedikleri çoğu şey erkekleri ilgilendirmiyordu.
Bir araya gelip kendi yaralarını sarmaya başladılar. Artık, konuşulmayan onlarca şeyi yavaş yavaş, ama yüreklice konuşuyor, 12 Eylül’ün nedenlerini, örgütsel yapıları, eril sistemle başa çıkmanın farklı yollarını sorguluyorlardı. Yalnız kadınların sayıları çoğalırken el ele vermenin yollarını, yeniden dayanışmayı, örgütlenmeyi öğrendiler. “Başkaları ne der?”i bir yana bırakıp kadın örgütleri kurdular. Ama bu çalışmalar hala çok azdı. Geniş kadın kitleleri yapılan gerici, muhafazakâr eril söylemin etkisi altındaydı. 12 Eylül’le yüzleşmeyi hala göze alamıyor, onlarca yıl devam eden baskı ve zulmün etkilerini bir anda atamıyordu. Diğer bir konu her şeyi sözle anlatmaya alışmış kadınların yazmaya uzak durmalarıydı. Öğretilen yazım kuralları ve şekiller kendilerini ifade etmede bir engel olarak duruyordu. Yanlış yazmaktan korkuyorlardı. Onun için KYD’nin “Tanıklıklarla 12 Eylül- Kadınlar Anılarını paylaşıyor” projesine gelen anılar yaşananların yanında çok azdı. Ancak etkinliklere katılan ve kitabı
okuyan kadınlarda yazma isteği artıyor, “keşke”yse başlayan cümleler kuruluyordu… Artık elimizde biriken anılar her geçen gün artıyor.
12 Eylül faşist darbesine ve eril sistemin bize yüklediği rollere inat, Hüsnan Şeker’in anısındaki gibi “Pişmanım” demek istemiyorsak, paylaşmak, dayanışmak, örgütlenmek ve nerde bir haksızlık görürsek direnmek zorundayız. İster eylemlerle ister yazıyla.

Sorular, sorular…

Kitaptaki içimi acıtan tanıklıklardan çoğu çocuklarla ilgili. Filiz Yalçın tutuklandığında kızı anaokul yaşında ikinci çocuğuna gebe. Ne anne ne de hamile olması engel işkencelere. Cezası bittikten sonra Özümcan Deniz’in nüfus cüzdanına bakmak isteyen teyzeye,” Bırak onu elleme, biz onu çok pahalıya aldık.” sözleriyle bitiyor anısı. Aynur Seyrek’in anısındaki küçük yeğeni, “Teyze seni neden kafese koydular?” diyerek çocuk gözüyle anlatıyor cezaevini. Mamak’taki günlerinden bir kesit yazan Meral Bekar içerde hamile olan arkadaşına ayırmış anısını. O zor koşullarda kadınlar arasındaki dayanışmayı anlatıyor uzun uzun. Feyza Hepçilingiroğlu kitapların yasak olduğunu, Dursaliye Şahan yurt dışına irtica edişi… Ve adını anamadığım onlarca kadın, kimi içerden kimi dışardan kesitler sunuyor bize.
Okudukça soracağımız sorular artıyor. Bir buçuk milyon kişinin soruşturma geçirdiği, binlerce kişinin gözaltına alınıp işkence gördüğü insanların kaçı kadındı? Kaç kadın ceza aldı? Kaç kadın cezaevlerinde doğum yaptı? Kaçı evli, kaçı bekârdı? Onca işkenceden sonra kaç kadın ceza almadan tahliye edildi? Kaç kadın işkencelerdeki tecavüzden sonra kocasından, erkek arkadaşından, nişanlısından ayrıldı? Kaç kadın işsiz kaldı? Kaç kadın başına gelenleri hiç anlatmadı, paylaşmadı? Sorular sorular…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder