5 Aralık 2010 Pazar

KAYBETMEYİ EN İYİ CUMARTESİ ANNELERİ BİLİR- Kırkyama 7 Kasım 2010

Bir elimde oğlum Hüseyin’in resmi diğer elimde hoparlör. O anda içimde ne varsa hepsini haykırdım. Oğlumu işkence altında nasıl öldürdüler, bize neler yapıldı, yani içimde ne varsa... Baktım insanlar anlatılanları dinlemek için toplanıyor, kameralar bizi çekiyor. Oğluma yapılanları herkese öyle duyurdum ya; ben o gece ilk defa huzurlu uyudum...
Bu sözün sahibi, Cumartesi Annelerinden biri olan Fatma Morsümbül. Kendisi Sosin Ana adıyla da bilinir. Bu cesur anne yaşadıklarıyla 1980 darbesinin kanlı yüzünün birebir şahididir. Bu dönemde, 18 yaşındaki oğlu Hüseyin Morsümbül askerler tarafından işkenceyle katledildi; suçu örtbas etmek ve olayın peşine düşülmesini engellemek için Sosin Ana’ya ve ailesine de baskı uygulandı. Buna rağmen Sosin Ana yılmadı, oğlu için başlattığı mücadeleyi tehditlere rağmen sürdürdü, kendisiyle aynı acıyı yaşayan diğer analarla birlikte Cumartesi Anneleri’ni oluşturdu.
Sosin Ana, şimdi memleketi Bingöl’de yaşıyor. Ciddi sağlık sorunları bile ona engel olmuyor. Onun gibi davasında bu kadar kararlı bir kadının neler yaşadığını, tanık olduğu şeyleri onun ağzından sizlere aktarmak istedim. Şunu belirtmeliyim; aslında ona sormayı düşündüğüm bir sürü soru vardı ama ilk sorudan sonra Sosin Ana’nın anlattıklarını hiç bölmek istemedim.  Galiba biraz daha yüksek sesle bağırmak için Sosin Ana gibi cesur örnekleri daha çok tanımak lazım. O yüzden sözü, Sosin Ana’ya bırakıyoruz:

 Eda Yıldırım'ın Yazısı...
 

O GÜNLER KANLA YAZILDI

12 Eylül 1980 Cuma günüydü. Sabah kalktık ki, her yerde askerler var; camların, kapıların önü, tüm çevre askerle dolmuş. Çocuklar o kadar kokmuşlar ki. O kadar şaşırmışız ki herhalde Alevi komşuların evlerine saldırdılar diye düşündük. Askerlerin niye böyle toplandığını sormak için bizim evin hemen yanında oturan kaynıma seslendim. Tabi öyle dışarıdan konuşamıyoruz, onların eviyle bir olan bir odamızın duvarından seslerimizi birbirimize duyuruyoruz. Neyse kaynımgil bana, hükümetin yıkıldığını cuntanın geldiğini, dikkatli davranmamız gerektiğini söyledi. Tabi biz bayağı korktuk, öyle ki korkudan dışarı çıkmıyoruz, bakkala bile gitmiyoruz. Her yanda elleri silahlı bir sürü asker, dışarı çıksak, bizi vururlar diye tedirgin oluyoruz.
12 Eylül’ün üzerinden bir hafta geçmişti. Ben bir şeyler almak için dışarı çıktım, kocam hasta olduğu için evde yatıyordu. Eve döndüğümde; bahçemin ve evimin her yanını askerlerin sarmış olduğunu gördüm. Bahçeye doğru gittim, birden bir asker dipçikle karnıma vurdu, o anda öyle bir acı içime girdi ki yere yığıldım. Bana vuran asker, içeriye girmeyeceksin diye bağırdı. Korkudan dilim dolanmış, zar zor ‘burası benim evim’ diyebildim. Yerden kalktım, yürümeye başladım ama ayaklarım birbirine giriyor. İçeri bir girdim ki; askerler, evimin her yanını dağıtmış, yaptığım lavaş ekmeklerini yiyerek oturuyorlar. Hemen salona koştum, orda da bir sürü asker ve uzun boylu, kel bir sivil polis var. Oğlum Hüseyin de odanın içinde. Bana, ‘anne elbiselerimi ver beni karakola götürüyorlar’ dedi. Ben Hüseyin’e, ‘niye götürüyorlar, sen bir şey yapmadın ki’ dedim. Oda da bir başçavuş vardı, bana ‘oğlunu beş dakika sonra bırakırız’ dedi. Ne yapacağımı şaşırdım, etrafıma bakındım; kocam hasta yatıyor, çocuklar korkudan divanın altına saklanmış... Baktım oğlumun gözlerini bağladılar araçlarına koyup götürüyorlar, ama ben onları engellemek için bir şey yapamıyorum. Sonra onlar öylece gitti... 
Bir sonraki gün kocamı hastaneye götürdüğüm sırada, evimdeki o sivil polise rastladım. Ona, oğlumu nereye götürdüklerini sordum, birden bağırdı. Bir daha aynı soruyu sorduğumda, gidip aşağı karakola bakmamı söyledi. Hemen kocamı orada öylece bıraktım aşağıdaki karakola gittim. Oradaki askerler oğlumun tugaya götürüldüğünü söylediler. Kalktım bu sefer tugaya gittim ama oğlum orada da yoktu. Tekrar karakola döndüm, bu sefer oğlumun karakolda olduğunu söylediler. Onlar öyle söyleyince rahatladım tabi hemen Hüseyin’e ve konuştuğum iki askere üç paket döner yaptırıp, askerlere teslim ettim ve eve döndüm. Akşam oldu bu sefer oğlum Cengiz’i abisine karpuz götürsün diye karakola gönderdim. Cengiz gitti ama bir baktım, kısa süre sonra kucağında karpuzla tekrar geri dönmüş. Meğer bir asker çenesine sert biçimde vurarak, ona Hüseyin’in kaçtığını söylemiş. Ben o an sanki dünyamı şaşırdım. Bu askerler, oğlumu gözümün önünde alıp götürdüler. Daha birkaç saat önce de oğlumun karakolda olduğunu ve durumunun da gayet iyi olduğunu söylemişlerdi, şimdi de onun kaçtığını söyleyerek bizi oyalamaya çalışıyorlardı. O an aklımda tek bir düşünce oluştu; oğlum kesinlikle öldürülmüştü.
Bir sonraki gün, bu sefer de eşimi götürdüler. Hasta haline bile aldırmadılar. Onu da, oğlumun öldürüldüğü karakolda bir tuvaletin borularına, gözleri kapalı olarak zincirlemişler. O tuvalette zincirliyken tuhaf bir şey olmuş. İki polis gelmiş ve sanki onun orada olduğunu bilmeden içlerinden biri “o,buradan kaçtı”, diğeri de “yok ya öldürüldü” diye kendi aralarında konuşmuşlar. Artık ya benim oğlumu ya da onun gibi öldürülen başka birini söylüyorlardı. Askerler o gün eşime sanki Hüseyin gerçekten kaçmış gibi onun yerini söylemesi için işkence etmişler. Ortada öyle bir yalan dönüyor ki eşime bu yüzden işkence ederken bana da aynı gün ‘babası ile oğlu yan yana’ diyorlar. Bir gün sonra eşim eve geldi; zincirden elleri şişmiş, bedeninde darp izleri... Ama ben ona hiç dikkat etmiyorum, aklımda bir tek Hüseyin’im var. Eşim, kimsenin kesinlikle oradan kaçamayacağını, Hüseyin’in mutlaka öldürüldüğünü söyledi.
O günlerde ve sonrasında evimiz hep izlendi. Bir yandan da oğlumu gözaltına alan askerlerin albayı, Dursun Kıvrak bizi arayıp tehdit ediyordu. Askerler bizi her gün sorgulamak için karakola götürüyor, komşularımızın ve köylülerimizin evlerini basıp, insanları gözaltına alıyorlardı. Sözde Hüseyin’in nerde olduğunu bulacaklar, ama amaçları hem bizi Hüseyin’in kaçtığına inandırmak hem de eşimizi dostumuzu bizden uzaklaştırmaktı.

 

BASTIĞIM HER YER SANKİ OĞLUMUN MEZARI

İki yıl boyunca Hüseyin’e ne olduğuna dair ortada hiçbir iz yoktu. Artık benim ve çocuklarımın psikolojisi de iyi değildi. Düşünün çocuklarım kendi aralarında birbirini korkutmak için, “Dursun geldi, Dursun geldi” diyorlardı.
Sonra, 1982’de bir komşumuz, birinden Hüseyin’in Almanya’dan Filistin’e geçtiğini duymuş. Bunu duyunca oğlumun öldürülmediğine, hala yaşadığına inandım ve hemen onun için adadığım kurbanı kestim, oruç tuttum. O günden sonra oğlumun bir gün geleceğini düşünerek kapıyı hiç kilitlemedim.
Bu haberin üzerinden birkaç yıl sonra bu sefer bir telefon geldi. Arayan kişi oğlumun, işkence edilerek öldürüldüğünü sonra bir battaniyeye sarılı olarak karakoldan çıkarıldığını söyledi. Bir keresinde yine Dursun Kıvrak aramıştı ve bunun üzerinden dört beş gün geçti geçmedi eşime bir mektup geldi. Mektupta, oğlumun Suriye’de olduğu yazılıymış. Bir de mektubun okunduktan sonra hemen yakılması not edilmiş. Eşim, gördüğü işkenceden sonra cesaretini yitirdiği için ona ne deniliyorsa yapıyordu. Ben mektupta yazılanların gerçek olduğuna inanmıyordum, bize bu şekilde haber gönderenler kesinlikle oğlumun katilleriydi. Onu öldürenler bir şekilde bizi onun yaşadığına inandırmaya çalışıyorlardı, ama oğlumun öldürüldüğünü biliyordum. Yaşıyor olsaydı, onun sesini duymadan içimin rahatlayamayacağını bildiği için kendisi bana ulaşırdı.
Katiller, oğlumun peşine düşmeyelim diye bizi sürekli taciz ediyorlardı. Diğer çocuklarıma da bir şey yaparlar diye öyle korkuyordum ki İstanbul’a taşınmaya karar verdim ve her şeyimizi toparladık İstanbul’a gittik. Bizi orada da rahat bırakmadılar. İstanbul’da da polisler evimize bir ziyarette bulunarak, oradaki komşularımızın da bizden uzaklaşmasına sebep oldular.
ELİME MEGAFONU ALIP HAYKIRINCA RAHATLADIM 


 
İstanbul’a geldikten sonra, 1995’te, kızım bana bir eylemden bahsetti. Benim gibi oğlu işkencede katledilen Hasan Ocak’ın annesi Taksim’de eylem yapacakmış. Ben de oğlumun resmini alıp oraya gittim. Hasan Ocak’ın annesi, ablası ve birkaç kişi daha kayıplarımızın hesabını sormak için Galatasaray Lisesi önünde toplandık. Sonra bir hoparlör elime verdiler. Bir elimde oğlum Hüseyin’in resmi diğer elimde hoparlör. O anda içimde ne varsa hepsini haykırdım. Oğlumu işkence altında nasıl öldürdüler, bize neler yapıldı, yani içimde ne varsa... Baktım insanlar anlatılanları dinlemek için toplanıyor, kameralar bizi çekiyor. Oğluma yapılanları herkese öyle duyurdum ya; ben o gece ilk defa huzurlu uyudum...
O günden sonra üç yıl boyunca her cumartesi Taksim’e gittik, kayıplarımızı haykırdık. Tabi polisler de bizi yalnız bırakmıyordu. Her seferinde bizi Taksim’e sokmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ağzımız burnumuz kanayıncaya kadar bizi yerlerde sürüklüyorlardı.
En son Taksim’e gidişimizde de yine aynı şeyi yaptılar. Bu sefer özellikle beni gözaltına almak için; önce darp ettiler ardından kalabalığın arasından çıkarmak içinde hastaneye götürüyoruz diye yalan söyleyip karakola getirdiler. O gün karakoldayken benim bulunduğum odaya yakın odalardan işkence gören insanların sesleri geliyordu. Daha sonra polisler işkence yaptıkları on beş yaşında bir çocuğu, kanaması olduğu için kaldırmış götürüyorlardı. Şimdi hükümet, anayasayı, bize ve çocuklarımıza bunları yapanların yargılanması için değiştirdiğini söylüyor. Öyleyse, bize bu işkenceleri yapanları, katledilen diğer insanların faillerini ve benim oğlumun ölümüne sebep olan Albay Dursun Kıvrak’ı alıp sorgulasınlar. Biz kayıp analarına öldürülen çocuklarımızın kemiklerini versinler. Belki o zaman inanırız hükümetin bu konudaki samimiyetine.
Biz, Cumartesi Anneleri olarak, devlet güçleri tarafından bize yaşatılan her şeye rağmen dilimizden ve yüreğimizden barış ve mücadele sözcüğünü hiç eksiltmedik. Yaşadığımız sürece de çabalarımız hep bunun için olacak.

             

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder