17 Ağustos 2010 Salı

Depremin Kadınları: 45 saniyede bütün hayatları değişti- Ekmek ve Gül Dergisi Ağustos Sayısı Yazıları

Depremin kadınları:45 saniyede bütün hayatları değişti

17 Ağustos 1999’da, sabaha karşı saat üç sıralarında, dört Hiroşima şiddetinde bir depremle 45 saniye sallandı Marmara. Sarılamayacak yaralar açtı bu 45 saniye. On binlerce insan kör bir karanlığın içinde, dev kolanların altında sıkışıp kaldı. Yaşadıkları yer, eşyaları, her şey düşman oldu bir anda. Yıkılan evler beton bir yorgan gibi örttü onları. Kimileri sağ çıktı bu karanlık uykudan, kimileriyse… Göçük altında kalanlar, dışarıda ne olup bittiğini bilmeden seslerini duyurmaya çalıştılar. Kimi çocuğunu, kimi eşini çağırdı bulunduğu karanlıktan çıkabilmek için. Çığlıklar beton yığınlarının çıkardığı sese karıştı. Sonra... Sonrası sessizlik... En çok bekledikleri şey bir türlü gelmiyordu, seslerini duyan yoktu…
Meltem Akyol'un haberi...



Üzerinden yıllar geçen o 45 saniyeyi ve yaşananları, Arızlı’daki deprem konutlarında kalanlarla konuşmak istiyoruz. Ama nafile! Arızlı’da adeta OHAL var; depremi konuşmak için içeri girmeye izin yok! Aracın içinde ve tanınmamak için başıma bir örtü geçirerek gizli saklı girebiliyorum konutlara. Uzun süre sonra Arızlı’ya bu şekilde de de olsa girmeyi başarınca, az sonra akacak gözyaşlarına inat, kadınlarla şakalaşıyoruz; “Doya doya dolaş, içeri girdin sonunda” diyorlar.
Evlerden birine geçiyoruz; yemekler yeniyor, çıkıyoruz. Bugüne kadar Arızlı’da barınma hakkı için verilen mücadelede gördüğümüz ve hep mücadeleyi konuştuğumuz kadınlarla bu kez deprem gecesini konuşmak zor oluyor. Eylemlerin kararlı sesleri bu kez ağlamaklı, titrek...
Önce depremin, ardından yoksulluğun vurduğu bu insanlara şimdi bir de devlet vurmaya çalışıyor. Depremzedeler kendilerine hibe edildiği söylenen bu konutlardan valilik tarafından çıkarılmaya çalışılıyor. Bu yüzden anlatılan her acı hatıranın sonunda devlete veryansın sözleri var: “Ellerini vicdanlarına koysunlar, artık bizi ağlatmasınlar!”

Ben anne değil miyim?
Necla Azak. Onu biz Arızlı’da verilen mücadelenin en önünde gördük hep. Mücadelenin belki en eğlenceli yüzü. Depremde oğlunu yitirmiş Necla teyze. “Bana dünyaları verseler değişmem oğlumun saçının bir teliyle” diyerek başlıyor söze. “Oğlum yeni evlenmişti o sıralar, oturdukları bina yerin dibine batmış. Dört gün aradım onları, parçalarını tek tek topladım çocuğumun. Allahtan geldi dedik, kabul ettik. Sonra sel oldu; ikinci yıkım da o oldu. Evim yarıya kadar çamur. Eşya falan hiçbir şey kalmadı.”
Bütün o umutsuzluklarının içinde Arızlı bir umut ışığı olmuş onlar için. Gazetelerden öğrenmişler, burasının depremzedelere hibe edildiğini. Ama daha taşındıklarından itibaren başlamış hileler. “Bize dediler ki burada eviniz gibi oturun, ben burada on senedir uyuyamıyorum, oğlumun kanı duvardan akıyor. İki tane çocuğum var. Vali bizim kiranın peşine düşeceğine o çalınanları araştırsın. Sen bana evimi verme, çocuklarıma iş verme, sonra da eylem yapma diyorsun. Bana manzara lazım değil, ev de lazım değil ama barınma hakkımı istiyorum, çocuğumun hakkını arıyorum. Annelere çok değer verdiklerini söylüyorlar, ben ana değil miyim? 17 Ağustos geliyor herkes çoluğunun çocuğunun mezarına, biz karakollara gidiyoruz. Böyle haksızlık olmaz!”
Haksızlıklara duyduğu öfkeyle devam ediyor Necla teyze: “Ben 65 yaşındayım, bu yaştan sonra ne yapayım, nereye gideyim? Umreye gitmem lazım, ben sokakta cop yiyorum. Gerçi bakkala gidecek param yok; umreye nasıl gideceksem!”
Gülüyoruz; hep beraber ve her şeye rağmen.

Depremler bitmedi
Nakifer Saraç’ın evindeyiz. Yaşam onun için de zorluklarla dolu ama o bütün zorluklara rağmen ayakta durmaya çalışıyor. Enkazda gelinini ve torununu kaybetmiş. “Enkaza gittiğimde torunumun sesi geliyordu, on dakika ağladı... Hâlâ tedavi görüyorum. Sokaklarda yattık, yokluk çektik, ama ne yaptığımızı bilmiyorduk. Ben ilaçla yaşıyorum; her akşam ilaç alıyorum, almazsam sabaha kadar çıldırıyorum, duvarlar üstüme geliyor.”
Depremden sonra bir de yoksulluk vurmuş. “Bizim devletimiz bize hiçbir yardım etmedi. Bir de gelen hibeye el koymaya çalışıyor. Buraya yerleştim, daha ilk sene kira aldılar 20 milyon ve benim bir sene içinde 500 milyon borcum birikti. Araba geldi kapıya, eşim gitti kredi çekti de kamyon gitti. Bunları yaşattılar bize; yani biz depremi yaşadık ama sonra depremler bitmedi.”

Bu kadar mı aç bizim devletimiz?
“Şu duvarlar dile gelse de anlatsa yaşadıklarımı” diyor Huriye Abla. Kimse kalamıyor konuşanın yanında. Birisi depremi anlatmaya başlayınca yalnız kalıyoruz. Dayanamıyor kimse dinlemeye. Gözler doluyor, dudaklar titriyor.
“Asıl deprem, depremden sonra yaşandı” diye devam ediyor Huriye Abla. “Aylarca hastanede kaldım, kolum özürlü. Bir de oğlum, kardeşinin ve babasının parçalarını topladı. Defalarca intihar etmeye kalkıştı. Kendimi bıraktım onu yaşatmak için mücadeleye başladım. Yedi senedir tedavi görüyorum. Tam düzelmeye başladım, bu defa da devlet başladı deprem yaşatmaya. Bizler hem maddi hem manevi bitik vaziyetteyiz. Bu kadar mı aç bizim devletimiz ki dulların, yetimlerin evine göz dikti? Yazıklar olsun! Ama mücadele ediyorum, ayakta kalacağım.”

Yeter artık!
Melek Sancaktutan, önce evine buyur ediyor bizi, halini görmemiz için. Tavanlar damlıyor, duvarların kireçleri dökülmüş. Sonra anlatmaya başlıyor, onun da diğerleri gibi anlatacak çok şeyi var: “Yoksulluk bir taraftan, baskılar bir taraftan. Polis gözetiminde yaşıyoruz. Arızlı’da yaşamak, kadın olmak suç. İcralar, polis şiddeti… Ben ev hanımıyım, bu güne kadar sokağa çıkıp sesimi yükselterek konuşmadım bile, ama şimdi eylemlerdeyim, çocuklarımla birlikte barınma hakkı mücadelesi veriyorum. Depremden sonra kaybettiklerimiz üzerinden bir hayat kurmaya çalıştık. Ama izin vermiyorlar bir hayat kurmamıza. Bizim suçumuz ne? Çaresiz kaldık. İş bulamıyoruz Arızlı’da oturuyoruz diye. Ben üç haftadır pazar yapamıyorum. Küçük çocuğuma süt alamıyorum. Buradaki komşularımın çoğu aynı durumda. Ekmek alacak para bulamıyoruz. Bize bu kadar şeyi yaşatmanın kimsenin hakkı yok. Yeter artık!”

Ayağa kalkmak zorundaydım
Arızlı’da geceyi Ülkü Karahan’ın evinde geçirdim. Sabah kahvaltıda öyle şeyler anlatıyor ki… Ama yazmamı istemiyor, izin verdiği kadarı şöyle: Eşini ve çocuğunu kaybetmiş depremde. Üç gün enkazda kızıyla yapışık kalmış. Oğlunu çağırmış üç gün boyunca. Üçüncü günden sonra iki gün ölü sanılarak cesetlerin yanında kalmış. Gömmek için götüreceklerken yarasına takılan fermuar canını yakınca “Ahh” demiş ve yaşadığını öyle anlamışlar. Sonra altı ay hastane.
Gerisini Ülkü ablanın ağzından dinleyelim: “Hastanede öyle zorluklar, öyle acılar yaşadım ki. Ama hastanede gördüğüm neymiş ki… Şimdi yapayalnızım. Ayağa dikilmen, kızına bakman gerekiyor; eşinin yükü de sana kaldı. Psikolojisi bozulmuş çocuğumun, ona nasıl anlatayım. Kendi acımı sakladım, unuttum. Depremzede çocukların ölüleri teselli oldu birbirine. Allah kimseye yaşatmasın … Kadınsın, yalnızsın, neler yaşıyor insan! O dost bildiklerin yanında yoklar, sana selam dahi vermediler, belki ekmek ister diye selamı esirgediler… Sürekli çocuğunu mutlu etmek için numara yapıyorsun mutluymuş gibi davranıyorsun. Kimse yok, oturup ağlıyordum günlerce... Neler yaşadığımı bir ben biliyorum. Allaha yalvardım ne olur beni de al diye... Sonra yaşam telaşında kendini unutuyorsun. Kızımı mahcup etmemek için elimden geleni yaptım. Mesela benim kızım ortaokul bitene kadar kimseye babasının öldüğünü söylememiş. Hep babasının ne iş yaptığını anlatıyormuş... Ben kadın ve erkeğin eşit olduğunu, aynı haklara sahip olduğunu düşünürdüm; yaşamda öyle olmadığını gördüm. Ama kendime güvendim, belki bu çok önemli. Çünkü kadınlar çok zorluk yaşıyor.”
Evleri için mücadele etmekte kararlı olduğunu söylüyor Ülkü abla: “Benim giden çocuğum ne kadar değerliyse kalan çocuğum da o kadar değerli. Onun için sonuna kadar mücadele edeceğim. Tek başıma çocuk büyütmeye çalışan bir anneyim, bana destek olacaklarına köstek oluyorlar. Bunlar vatandaşına sahip çıkmayı öğreninceye kadar ben de mücadele etmeye devam edeceğim.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder